SELİN TEKİN
Eski diplomat, Londan Energy Club Başkanı, yazar ve seyyah Mehmet Öğütçü, iki haftadır Hong Kong’dan başlayıp Shenzhen, Tianjin, Şanghay ve Pekin’e uzanan yoğun temaslarında onlarca görüşme yaptı, tesisler gezdi, Çin’in nabzını tuttu. Bu izlenim ve önerilerini GÖZLEM okurlarıyla paylaşıyor.
Söyleşide konuştuğumuz her başlık — lider diplomasisi, ticaret dengesi, kritik mineraller zinciri, Uygur meselesi, eyaletlerle çalışma stratejisi — aslında içinde bulunduğumuz küresel eşiğin ruhunu yansıtıyor. Dünya hızla yeni bir düzene doğru evrilirken Çin, bu düzenin merkez noktalarından birine dönüşüyor. Türkiye’nin bu merkeze nasıl konumlanacağı ise önümüzdeki 5–10 yılın en kritik stratejik sorusu olarak karşımızda duruyor.
“Yeni bir küresel eşikten geçiyoruz” diyorsunuz. Çin’i bu eşikte nereye oturtuyorsunuz?
Dünyanın gerçekten de yeni bir eşikten geçtiğini görüyoruz; hem ekonomik hem teknolojik hem de jeopolitik bir eşiğin kıyısındayız. Bu eşikte Çin’in yeri, sadece yükselen bir güç olmakla sınırlı değil; giderek sistemin yeniden tasarlandığı merkezlerin birine dönüşüyor.
Hong Kong’un keskin finans kokan sokaklarından, Shenzhen’in laboratuvar dolu inovasyon kampüslerinden, Tianjin limanının çelik ve konteyner yığınlarından geçip Pekin’e döndüğünüzde insanı şaşırtan ilk şey sessizlik oluyor. Ama bu sessizlik bir çöküşün değil, tam tersine bir stratejik yoğunlaşmanın sessizliği.
Çin artık dünyaya yüksek sesle konuşmak yerine kendi içinde düşünerek, planlayarak, güç biriktirerek ve koşullar olgunlaştığında hamlesini yaparak yanıt veriyor. Gözlemlerim bana şunu söylüyor: Çin gürültülü bir süper güç olmayacak; sessiz, derin ve ölçülü bir güç olacak. Bugün Çin’i anlamayanın ne diplomaside ne ticarette ne de teknolojide başarılı olma ihtimali kalmıyor; çünkü küresel oyun, Pekin’in ne yaptığıyla doğrudan şekilleniyor.
Türkiye açısından bu eşik çok daha kritik. Çünkü küresel güç kayması Atlantik’ten Asya’ya doğru hızlanırken, önümüzdeki on yıl içinde Türkiye’nin karşısında iki seçenek olacak:
Bir, Asya’nın yükseliş dalgasına entegre olup kendi ekonomik ve jeopolitik ağırlığını artırmak. İki, bu dalganın dışında kalıp, Batı’daki kırılganlık ile Doğu’daki yeni düzen arasında sıkışmak.
Bu ikisi arasında gri bir alan yok. Pekin’deki temaslarımda gördüğüm şey şu: Çin, Türkiye’ye geçmişten daha fazla stratejik değer veriyor fakat aynı oranda temkinli davranıyor. Türkiye’yi bölgesel bir lojistik kavşak, üretim üssü, enerji merkezi ve Avrupa pazarına geçiş kapısı olarak görüyorlar; ama bunu hayata geçirmek için Ankara’dan tutarlı, uzun vadeli ve kurumsallaştırılmış bir yaklaşım bekliyorlar.
Hong Kong–Shenzhen hattındaki yoğun temaslarınızın ardından yeniden Pekin’desiniz. Bu kez şehrin ruh hali nasıl? Kapalı kapılar ardında nasıl bir hava var?
Pekin acele etmeyen, panik yapmayan ama hiçbir şeyi de unutmayan bir şehir. Oturur, dinler, not alır; sanki gündeminde yokmuş gibi davranır, günü geldiğinde de düğmeye basar. 1989’dan bu yana bu kente diplomat, IEA ve OECD yöneticisi, British Gas ve Invensys üst düzey yöneticisi, şimdi de Global Resources Partners ve Londra Enerji Kulübü Başkanı olarak sayısız kez gelip gittim. Kömür yığınlarının, lahanaların önünde bekleyen o eski Pekin’i de gördüm; bugün yapay zekâ laboratuvarları, veri merkezleri ve elektrikli araçlarla dolu yeni Pekin’i de…
Bu gelişimde CITIC’in tepe yöneticileri, CNPC’nin uluslararası ticaret kaptanları, MIMMETAL’in karar vericileri, NDRC’nin gri takım elbiseli stratejistleri ve isimleri hiç bilinmeyen ama imzalarıyla dünyayı oynatan “sessiz generallerle” oturdum. Hepsinin üzerinde mutabık olduğu bir resim var:
Dünya artık V, U ya da L harfleriyle anlatılamayacak bir döngüde değil; bir kolu yukarı sertçe yükselen, diğeri aşağı kayan K harfiyle anlatılabilecek bir döneme girdi. Bir çizgide teknoloji, sermaye, kritik mineraller, verimlilik ve servet yukarı gidiyor. Diğer çizgide emek geliri, orta sınıf güvenliği ve küçük üretici aşağıya kayıyor. Hangi çizgide durduğunuz, sadece bugününüzü değil, yarınınızın sınırlarını da belirliyor.
“Refah artık dağıtılmıyor, yoğunlaşıyor.”
“Ekonomi artık maaşa değil, varlığa çalışıyor” cümleniz çok tartışıldı. Pekin’de masaya oturan teknokratlar bu cümlenin altına hangi somut gözlemleri yazıyor?
Bu cümle sokaktaki hissiyattan değil, trilyon dolarları yöneten kamu fonlarının, egemen varlık fonlarının masasında şekilleniyor. Emek ile refah arasındaki bağ zayıfladı. Kazanç giderek daha fazla varlık kategorileri üzerinden yazılıyor. Maaş günü takvime bakanlar değil, ekranın diğer tarafında fiyat ve sözleşme şartı belirleyenler büyüyor. Varlık fiyatları yükselirken geniş kitle aynı hızla zenginleşmiyor. Pekin’de bir teknokrat kulağıma eğilip şöyle dedi:
Bu, Batı’da gelir dağılımı tartışması olarak konuştuğumuz şeyin Çin’de de ekonomik bir çıplak gerçekliğe dönüştüğünü gösteriyor. Gelirin reelde daraldığı, varlığın ise mukayeseli üstünlük sağladığı bir evreden geçiyoruz.
K-şekilli ekonomide maaş, hayatta kalmayı; varlık, sınıf atlamayı temsil ediyor. Ve bu sadece Amerika’nın, Avrupa’nın meselesi değil; Pekin’de, Şanghay’da, Şenzen’de de yakıcı bir tartışma başlığı.
Borsalar adeta gerçek ekonominin üzerinden uçuyor. S&P 500 rekor kırıyor, ama orta ölçekli sanayi ve KOBİ’ler zorlanıyor. Pekin bu kopuşu nasıl okuyor?
Pekin’de görüştüğüm bir bakan meseleyi tek cümlede özetledi: “Dünya büyümüyor, büyük teknoloji bilançoları büyüyor.” S&P 500’ün zirveye koşmasını küresel canlanma zannetmek büyük hata. Endeksin yükselişinin önemli bir bölümü birkaç mega teknoloji şirketinin sırtında. Tarihin en güçlü bilançolarını yazıyorlar; nakdi, veriyi, algoritmayı kontrol ediyorlar.
Ama aynı anda yüzlerce orta ölçekli sanayi ve hizmet şirketi yerinde sayıyor ya da marjlarını korumakta zorlanıyor. Yani K harfinin üst kolu ile alt kolu arasında gözle görülür bir uçurum var. Kapitalizmin bu yeni yüzünde belirleyici olan; artık sadece emek değil, sermayenin niteliği ve teknoloji sahipliği. Hissesi olan ile sadece maaşı olan arasındaki mesafe açıldıkça, siyasi ve sosyal gerilimler de artıyor. Pekin bunu bir “Batı sorunu” olarak görmüyor; kendi iç dengeleri açısından da dikkatle izliyor.
Enerji piyasalarında da benzer bir eksen kaymasından bahsediyorsunuz. Masalarda hangi cümleler dolaşıyor?
En çarpıcı cümle şu: “Fiyatı artık sadece Londra ve New York değil; Şanghay ve Şenzen de belirleyecek.” Rusya’nın Asya’ya verdiği yüksek iskontolar, Brent ve WTI’ın “tek referans” olma özelliğini zayıflattı. Taşıma, sigorta, finansman ve ödeme sistemlerinde Asya ağırlığı arttıkça, fiyat keşfi de doğal olarak bu coğrafyaya kayıyor.
Hong Kong–Şanghay hattı sadece finans merkezi değil; enerji ve emtia sözleşmelerinin dili, vadesi, teminatı, risk yönetimi de giderek bu eksende şekilleniyor. Türkiye gibi ithalatçı ülkeler için bu, sadece petrol ve gaz değil; paranın, sigortanın ve lojistiğin de oyunun kurallarını yeni bir merkeze bağladığı anlamına geliyor.
2026 için Pekin’de iki olası patikadan söz ettiğinizi biliyoruz. İki yolun da bedeli var dediniz. Nedir o ikilem?
Birinci patikada teknoloji, savunma, yapay zekâ, enerji dönüşümü projeleri sermaye çekmeye devam ediyor; borsalar yükseliyor, servet zirvede yapışıyor; tabanda memnuniyetsizlik birikiyor. İkinci patikada faizler gevşetilerek tabana nefes aldırılıyor, ücret ve teşvikler artırılıyor; bu kez de tüketim hızlandıkça enflasyon geri dönüyor ve merkez bankaları yeniden frene basmak zorunda kalıyor.
Yani hiçbir patika risksiz değil. Pekin’in tavrı gürültüsüz, soğukkanlı bir bekleyiş: panik yok, acele yok, ama defterler çok düzenli tutuluyor. Kim nereye ne kadar borçlu, hangi şirketin bilançosu şişmiş, hangi fonun altı boş – hepsi raflarda düzgün dosyalanmış durumda.
Biraz da kentin dönüşümünü soralım. Siz Pekin’in kömür ve lahana yığınlarıyla dolu günlerini de gördünüz, bugünkü yapay zekâ kampüslerini de. Bu dönüşümü nasıl anlatırsınız?
Pekin’i ilk gördüğümde takvim 80’lerin sonunu gösteriyordu. Şehrin sokaklarında dolaşırken tarih, yoksulluk ve devlet disiplini aynı karede görünürdü. En çarpıcı sahne, evlerin kapısının önündeki küçük kömür dağlarıydı. Her haneye kıştan önce bir tepe büyüklüğünde linyit bırakılırdı. Aylar ilerledikçe o tepe erir, soba borularından çıkan siyah duman gökyüzüyle birleşirdi. Yanında da lahana yığınları… Kömür ve lahana, 20. yüzyıl Pekin’inin iki sembolüydü.
Bugün ise Ordos Havzası’ndan gelen doğal gaz, borularla Pekin’e ulaşıyor; kömür sobası tarihe karıştı. Başbakan Li Peng’in o dönem bizlere sık sık söylediği “Benim çocuklarım da bu havayı soluyor, değişmek zorundayız” cümlesi bir dönüm noktasıydı. Aradan geçen yıllar içinde ben de şehre döndüğümde aynı Pekin’e değil, başka bir çağa gelmiş gibi hissettim. Alçak gri binaların yerini cam kuleler aldı. Bisiklet denizinin yerini elektrikli araçlar, otonom sürüş testleri, dünya standartlarında metro ağları, Sanlitun ve CBD’de küresel finans ofisleri, Michelin yıldızlı restoranlar aldı. Ama en önemlisi şu: Çin, “dünyanın fabrikası” olmaktan çıktı, dünyanın laboratuvarı, yatırımcısı ve finansörü haline geldi. Aynı toprak, aynı halk, ama neredeyse iki ayrı medeniyet gibi.
Çin Seddi’ne defalarca çıktınız. Orayı da yalnız bir turistik mekân değil, stratejik zihin haritasının bir parçası gibi okuyorsunuz. Bugünün dünyasına, Çin–Batı ilişkilerine nasıl bir aynadır Çin Seddi?
Çin Seddi’ni sadece “taş ve harç” olarak görmek büyük haksızlık. Kuzey rüzgârları hâlâ aynı hikâyeyi fısıldıyor sanki: “Ben, bir imparatorun gücünden çok, bir devletin korkularıyla inşa edildim.” Bu duvar, güvenlik, ticaret ve psikolojinin nasıl iç içe geçtiğini gösteren dev bir tarih kitabı. İpek Yolu’nu kontrol etmenin, vergi toplamanın, göçebe akınlarını pahalı hale getirmenin aracıydı.
Çin Seddi, “Türklere karşı mı yapıldı?” diye çok sorulur.
Cevabı nüanslı: Bu duvar yalnızca Türklere karşı yapılmadı; ama Hunlardan Göktürklere, Moğollardan diğer bozkır imparatorluklarına kadar Türklerin de içinde olduğu bütün kuzey akıncılarının baskısı hesaba katılarak, onlara karşı korunmak icin inşa edildi.Duvar her zaman işe yaradı mı? Hayır. Moğollar, Mançular çoğu kez taştan değil, ticaretten ve siyasetten içeri girdiler. Bugün de asıl güç tankta, duvarda değil; ticaret yollarında, limanlarda, veri akışında, enerji hatlarında yatıyor. Çin Seddi’nin bugüne söylediği şey şu: Hiçbir duvar ebedî değil; kalıcı olan duvarlar değil, ilişkiler ve köprüler. Nitekim aynı coğrafyada bir zamanlar karşı cephede duran Türkler ve Çinliler, bugün enerji, finans, altyapı masalarında yan yana oturuyor.
Sık duyduğumuz “Çin tehdidi”, “borç tuzağı”, “dünyayı ele geçirme planı” söylemlerini sahadaki gözlemlerinizle karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Tek cümlelik sloganlar, karmaşık gerçeklerin üstünü örtüyor. Afrika’nın borç yapısına baktığınızda en büyük alacaklı hâlâ Batılı bankalar ve fonlar. Çin önemli, ama toplamda azınlıkta. Çin’in sağladığı finansmanın önemli bir bölümü gelir yaratan altyapı projelerine gidiyor: liman, otoyol, metro, enerji santrali, hastane, fabrika… Bu, sorun yok demek değil. Kredi sözleşmelerinde şeffaflık, temerrüt yönetimi, siyasi pazarlıklar elbette tartışılır. Ama “borç verip ülkeleri ele geçiriyor” genellemesi çoğu zaman siyasi malzeme. Gerçek şu: Dünya artık sadece Batı sermayesinin mecburi adresi değil; alternatif bir finans ve altyapı ortağı var ve adı Çin. Bu da Batı’nın tek seçenek olma konforunu sarsıyor. Asıl rahatsızlık da buradan geliyor.
Çin’in kendi sorunlarını da görmezden gelmiyorsunuz: Şeffaflık, parti–devlet yapısı, yabancı şirketlere yönelik baskı algısı… Yatırımcıya nasıl anlatırsınız bu çelişkili tabloyu?
Elbette sorunlar var. Regülasyonların sertliği, hukuki öngörülebilirliğin zaman zaman zayıflaması, parti–devlet iç içeliğinin yarattığı gri alanlar, fikrî mülkiyet tartışmaları, bazı yabancı şirketlerin kendini baskı altında hissetmesi… Bunların hepsi gerçek. Ama çözümün “kopuş, izolasyon, duvar örme” olmadığı da bir o kadar gerçek. Tedarik zincirleri birbirine geçmiş durumda; enerji akışlarını tamamen yeniden çizmek maliyetli; teknoloji küresel dolaşıma yaslanıyor; finans her an sınır aşıyor. Dolayısıyla bugün meselenin özeti şu: Çin’i devreden çıkarmak mümkün değil. Çin’le nasıl çalışacağını akıllıca planlamak zorundasın. Türkiye için de, Avrupa için de, ABD için de çıkış yolu bu.
Sizinle konuşan Batılı liderlerin, teknokratların “derin korkusunu” tek cümlede özetle deseniz ne dersiniz?
İki yüzyıldır alıştıkları güç mimarisinin tek sahibi olmayabileceklerini ilk kez bu kadar çıplak görüyorlar. Uzayda Çin istasyonu var. Güneş panellerinin ezici çoğunluğu Çin’in. Elektrikli araç ve batarya pazarında belirleyici. Yüksek hızlı trende rakip tanımıyor. Küresel liman ağlarının kritik halkalarında Çin şirketlerinin imzası var. Kritik minerallerin rafinasyonunda, batarya kimyasında, nadir elementlerde Çin neredeyse tekel. Bu tablo “gücün paylaşılması” gereğini ortaya koyuyor. Çin güç paylaşımı istiyor, Batı buna psikolojik olarak hazır değil. Asıl düğüm orada.
ABD–Çin hattında “soğuk barış”tan söz ediyorsunuz. Trump–Şi fotoğrafı verilirken arka planda nasıl bir güç oyunu oynanıyor?
APEC ve G20’de el sıkışmalar, sıcak cümleler, “rekabet ama çatışma değil” mesajları veriliyor. Ama altta yüzyılın en sert jeopolitik mücadelesi sürüyor. Trump ve devamında Washington, yarı iletkenlerden yapay zekâ çiplerine kadar yüzlerce Çinli şirkete ihracat yasağı getirdi; ilave gümrük tarifeleri, yeşil teknoloji önlemleri, lisans kısıtlamaları devreye sokuldu. Bu kez Çin sadece “protesto notası” vermekle yetinmedi; kritik mineraller, batarya kimyası, nadir toprak elementleri üzerinden stratejik misilleme yaptı.
Bugün:
• Lityum rafinasyonunun büyük bölümü Çin’de
• Grafit işlemenin yaklaşık %90’ı Çin’de
• Kobalt işleme kapasitesinin önemli kısmı Çin’de
• Küresel batarya hücre üretiminin dörtte üçünden fazlası Çin’de.
Yani petrolün OPEC’i vardı; kritik minerallerin fiilî OPEC’i şu anda Çin. Ticaret sürüyor ama yatırım keskin biçimde düşüyor; bu da “soğuk barış”ı tarif ediyor. Konuşurken savaşmaya, savaşırken ticareti sürdürmeye dayalı garip bir denge.
Türkiye bu güç savaşının neresinde duruyor? “Ne tam ortada sıkışmış, ne de kenarda seyirci” diyorsunuz…
Türkiye aslında tam bir kavşak noktası. NATO üyesi, Avrupa ile Gümrük Birliği içinde, ABD ile derin savunma ve ticaret ilişkileri var. Aynı zamanda Kuşak–Yol’un kritik geçiş rotası, Orta Koridor’un merkezi, Hazar ve Ortadoğu enerji hatlarının düğüm noktası. Türkiye–ABD ticaret hacmi 30 milyar dolar bandında; Türkiye–Çin ticareti 47 milyar doların üzerine çıktı ama dengesiz (10’a 1’den fazla). ABD’nin Türkiye’de 10 milyar doların üzerinde yatırımı var; Çin’inki çok daha küçük ama hızla artıyor.
Bu tablo “şaşırılacak dengesizlik” değil, “dönüştürülebilir potansiyel”. Türkiye hem ABD’nin Çin’den kısmen kopmak istediği tedarik zinciri yeniden yapılanmasında, hem Çin’in Avrupa, Afrika, Ortadoğu’ya açılma stratejisinde doğal ortak. Ama bunun için de net bir Çin stratejimiz olması şart.
O zaman doğrudan soralım: Türkiye için Çin nedir – tehlike mi, yüzyılın en önemli fırsatı mı?
Yanlış soru bu. Railway Station Doğru soru şu olmalı: “Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarını koruyan, yerli kapasiteyi büyüten, Avrupa erişimini güçlendiren bir Çin stratejisi nasıl kurulur?” Çin teknoloji, üretim kapasitesi, finansman ve pazar sunuyor. Türkiye stratejik coğrafya, sanayi gücü, lojistik ve diplomatik esneklik sağlıyor. Bu ilişki doğru kurgulanırsa bağımlılık değil, kaldıraç üretir.
“Tehlikeli, uzak duralım” da yanlış, “kurtarıcı, teslim olalım” da. Korkan kaybeder, romantize eden de kaybeder. Anlayan ve akıllıca yöneten kazanır.
Hong Kong cephesine dönersek… Siz oranın yeniden yükselişe geçtiğini söylüyorsunuz. Sizi en çok ikna eden işaret ne oldu?
Sesinin düşük ama adımlarının kararlı oluşu. Hong Kong, Çin’in ekonomik derinliğini İngiliz hukuk geleneğiyle birleştiren benzersiz bir laboratuvar. Hukuki güvenlik, tahkim kapasitesi, bankacılık derinliği ve lojistik kabiliyet aynı koordinatta buluşuyor. Enerji ve emtia ticareti sözleşmelerinin, teminat ve sigorta mimarisinin, finansman zincirlerinin önemli bir bölümü bu şehirden örgütlenebiliyor.
Türkler açısından da önemli: Bankacılık, hukuk, lojistik, teknoloji, mücevher, perakende ve akademi alanlarında nitelikli bir Türk topluluğu var. Pek çok Türk şirketi Çin’e doğrudan girmek yerine önce Hong Kong’da şirketleşiyor, burada finansmana, hukuki korumaya, bölgesel tedarik ağlarına erişiyor. Başkonsolos Sercan Evcim ve Ticaret Müşaviri Dinçer Tatlıoğlu’nun sahadaki görünürlüğü de bu varlığı kurumsal güce dönüştürüyor. Hong Kong’u doğru okuyan, yeni dünyanın matematiğini daha çabuk çözer.
Son olarak… K-şekilli ekonomi çağını, Çin’in yükselişini, “soğuk barış”ı ve Türkiye’nin konumunu birlikte düşündüğünüzde neler söylersiniz?
K-şekilli ekonomide zenginlik, sadece çok çalışmanın değil, doğru yatırımın ve doğru pozisyon almanın sonucudur. Büyüme sessizce doğuya kayarken, korkuyla içe kapananlar, sloganlarla siyaset yapanlar, duyguyla portföy yönetenler geride kalacak. Çin’den korkan kaybeder; Çin’i romantize eden, “her derde deva” gören de kaybeder. Kazanan, Çin’i ve Asya’yı soğukkanlı biçimde anlayan, veriye bakan, çıkarlarını net tanımlayan ve akıllıca yöneten ülkeler olacak.
Türkiye’nin böyle bir kulvarda koşacak donanımı da, tarihi hafızası da, coğrafi avantajı da var. Yeter ki:
• Kendi aklımıza güvenelim,
• Kendi uzun vadeli çıkarlarımızı merkeze alalım,
• Duyguyla değil, stratejiyle hareket edelim.
Yeni süper güç sahnesi
Tabii ki Çin kolay bir ülke değil. Kendi kuralları, dili, kültürü ve bürokratik duvarlarıyla, yabancılar için her zaman zorlayıcı olmuştur. Pekin’de görev yaptığım dönemde – 1989 Tiananmen olayları sırasında ve sonrasında – bu ülke gerçekten bir mahrumiyet yeriydi. O günlerde Çin, dış dünyaya kapalı, içine dönük, ekonomik olarak kırılgan ama derin bir dönüşüm arayışındaydı. Elçilikte görev yapmak demek, hem fiziksel hem zihinsel olarak dayanıklılık sınavından geçmekti.
Bugün ise tablo bambaşka. Çin artık 21. yüzyılın yeni süper gücü. Ankara, bu gerçeği erken kavrayan ülkelerden ve Pekin’e en parlak diplomatlarını gönderiyor. Tıpkı Amerikalılar, İngilizler, Japonlar, Fransızlar ve Ruslar gibi… Çünkü Dışişleri Bakanlığı artık biliyor ki, Çin’le doğru kurulan her bağ, Türkiye’nin gelecekteki ekonomik, teknolojik ve stratejik konumunu doğrudan belirleyecek. Bu anlayışın somut ifadesi, bugün görevde olan Dışişleri’nin parlak diplomatlarından Büyükelçi Selçuk Ünal ve özel seçilmiş ekibi.
Askerî ataşesinden ticaret müşavirine, yatırım ofisi temsilcisinden kültür müşavirine kadar her biri, yalnızca diplomatik protokol değil; yatırım, teknoloji, güvenlik ve kültürel etkileşim alanlarında çok boyutlu diplomasi yürütüyor. Artık mesele, resepsiyonlara katılmak ya da nezaket notaları teati etmek değil. Mesele, Türkiye’nin Asya vizyonunu sahada ete kemiğe büründürmek.
Benim görev yaptığım o “mahrumiyet dönemi”nden bugüne, Çin’in ve Türkiye’nin hikâyeleri birbirine paralel biçimde dönüştü. Bugün Pekin’de görev yapmak, yalnızca bir temsil değil; yeni dünya düzeninin merkezinde yer almak anlamına geliyor. Ve bu kez, mahrumiyet değil; fırsat çağı yaşanıyor. İşadamlarımıza, diplomatlarımıza büyük görev düşüyor.
Önümüzdeki beş yılda Türkiye–Çin ilişkilerinde gerçek bir “sıçrama” için ne yapmak gerekiyor? Beş somut öneri sayabilir misiniz?
Önce fotoğrafı netleştirelim. Türkiye–Çin ticaret hacmi 47 milyar dolara yaklaştı; bunun ne yazık ki sadece 4 milyar doları ihracat; yani neredeyse 10’a 1’den fazla dengesizlikten söz ediyoruz. Bunu telafi edemiyoruz. Çin’in Türkiye’deki doğrudan yatırımı da kabaca 2 milyar dolar seviyesinde; ABD ve Avrupa’nın çok gerisinde. Araba yatırımları gündemde idi ama şimdi kararsız Cin tarafı.
Bu tablo aslında iki şeyi söylüyor: Bir, Çin bizim için vazgeçilmez bir tedarik ve teknoloji ortağı. İki, bu ilişkiyi akıllıca tasarlamazsak bağımlılık riskini de büyütürüz.
Beş yıllık bir “sıçrama planı”ndan söz edeceksek, bence beş kritik başlık var: Birincisi: Lider diplomasisini stratejik çerçeveye dönüştürmek. Çin’de talimat tepeden gelir. Siyasi işaret fişeği yanmadan ne devlet şirketleri ne de eyalet düzeyindeki aktörler gerçek anlamda hareket etmez. Son iki yılda Astana’daki Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi’nde ve bu yaz Tianjin’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Devlet Başkanı Şi Cinping’in yaptığı görüşmeler, “ilişkilerde yeni bir dönem” vurgusuyla zaten bu işaret
Çin: Tehdit mi, 21. yüzyılın en büyük fırsatı mı?
Çin: Tehdit mi, 21. yüzyılın en büyük fırsatı mı?
Paylaş: