“Dijital devlet” Türkiye’de neyi değiştirebilir?
Vatandaş–devlet ilişkisinin hikâyesini değiştirebilir. Bugün vatandaşın gözünden bakarsanız, devlet hâlâ çoğu zaman ağır işleyen, karmaşık, zaman zaman keyfî bir yapı olarak görülüyor. Bürokrasi, birçok insan için hem maddi hem manevi bir yük. Dijital devletle kastettiğim; tüm kamu hizmetlerinin tek bir platformda toplandığı, başvuruların dakikalar içinde sonuçlandığı, kişiye değil sisteme bağlı, şeffaf ve izlenebilir bir kamu mimarisi. Blokzincir tabanlı ihale sistemleriyle rüşvet ve kayırmanın yapısal olarak imkânsız hâle geldiği, yapay zekâ ile kamu harcamalarının ve risklerin anlık izlendiği bir yapıdan söz ediyorum. Bu, hem devlet kapasitesini artırır hem de vatandaşın devlete olan güvenini yeniden inşa eder. İyi çalışan bir dijital devlet, Türk Rönesansı’nın hızlandırıcı motorlarından biri olur.
***
Gelir adaleti ve orta sınıf meselesi neden bu kadar kritik?
Orta sınıf erirse, hiçbir demokrasi uzun süre ayakta kalmaz. Orta sınıf, bir ülkenin istikrar sigortasıdır. Hem ekonomide hem siyasette dengeyi sağlayan ana taşıyıcı kolon. Bugün Türkiye’de ciddi bir gelir adaletsizliği, zayıflayan bir orta sınıf, yukarıya doğru taşınamayan gençler var. Vergi yapısının adil ve öngörülebilir olduğu, emeğin onurlandırıldığı, KOBİ’lerin desteklendiği, gençlerin ve çalışanların makul koşullarda konut sahibi olabildiği, sosyal devletin hedefe duyarlı işlediği bir düzene ihtiyaç var. Türk Rönesansı sadece teknoloji, enerji, dış politika üzerinden kurulamaz. Mutfağa girmeyen, pazartesi sabahı hayatına yansımayan hiçbir vizyon uzun yaşamaz.
***
Türk Rönesansı’nda enerji nerede duruyor?
Enerji, Türkiye’nin jeopolitik kaderini belirleyen en kritik alanlardan biri. Coğrafyamız itibarıyla büyük enerji havzalarının tam ortasındayız. Doğru stratejiyle bu coğrafyayı bir “risk kuşağından” bir “fırsat kuşağına” çevirebiliriz. Benim kafamdaki enerji vizyonu; yenilenebilir enerji yatırımlarının hızlandığı, LNG ticaretinde Türkiye’nin bir bölgesel merkez hâline geldiği, küçük modüler nükleer reaktörlerin dikkatle ve akıllıca devreye alındığı, kritik minerallerde üretim ve işleme kapasitesinin artırıldığı, hidrojen ekonomisinin ve enerji depolama teknolojilerinin stratejik olarak kurgulandığı bir model. Böyle bir modelde enerji, sadece elektriğin kaç para olduğuyla sınırlı bir teknik alan olmaktan çıkar; dış politikanın, sanayinin, iklim politikasının ve güvenliğin tam göbeğine oturur.
***
Yeni dış politika vizyonu… Kimseye bağımlı olmayan, kimseyi de düşmanlaştırmayan çok kanallı Türkiye’yi biraz somutlaştıralım mı?
Türkiye’nin coğrafyası bir lütuf ama yanlış kullanılırsa bir yük de olabilir. Biz bu coğrafyayı yük değil, avantaj olarak görmeliyiz. Bu da entegre, rasyonel, duygusallıktan uzak, esnek ama omurgalı bir dış politika gerektiriyor. Benim tasavvurumda Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini kurumsal ve öngörülebilir bir zeminde tutarken; Çin’le teknoloji ve yatırım eksenli, Körfez ve Afrika’yla uzun vadeli ekonomik ortaklıklara dayanan, Rusya’yla karşılıklı bağımlılığı yönetebilen, Türk dünyasında ise enerji, ulaştırma ve kültür alanlarında entegrasyonu derinleştiren bir profile sahip. Bu, ne romantik “eksen kayması” hikâyelerine ne de “tek eksenli bağlılık” dayatmalarına mahkûm bir çizgi. Bu birinci sınıf diplomasi, iyi yetişmiş kadrolar ve cesur ama serinkanlı bir devlet aklı gerektiriyor.
***
Tarım ve gıda güvenlik neden doğrudan “ulusal güvenlik” meselesi?
İklim krizinin sertleştiği, su kaynaklarının azaldığı, tedarik zincirlerinin kırıldığı bir dünyaya gidiyoruz. Böyle bir dünyada kendi gıdasını üretemeyen, gıda ithalatına bağımlı kalan hiçbir ülke gerçekten bağımsız ve güçlü olamaz. Türkiye’nin tarım potansiyeli hâlâ çok yüksek ama dağınık, verimsiz, plansız. Akıllı tarım teknolojilerinden sensör ve dron kullanımına, verimli sulama altyapısından yerli tohum politikalarına, kooperatif ekonomisinin güçlendirilmesinden genç çiftçiyi toprağa döndürecek teşviklere kadar kapsamlı bir tarım politikası gerekiyor. Gıda güvenliği, artık ekonomi başlığı kadar önemli bir milli güvenlik başlığıdır. Türk Rönesansı, tarlayı ve sofrayı hesaba katmayan bir soyut proje değildir.
***
Kültür, sanat, tasarım ve yaratıcılık programda önemli yer tutuyor. Siyaset programlarında genellikle bu başlıklar tali kalsa da neden öne çıkarıyorum?
Hiçbir medeniyet sadece ekonomiyle yükselmedi. Refah, tek başına bir ülkeyi “medeniyet kurucu” yapmıyor. Kültür, sanat, edebiyat, tasarım, yaratıcı endüstriler; bir ülkenin dünyaya ruh veren yüzüdür. “Türk Rönesansı” diyorsak, bu aynı zamanda bir kültürel yeniden doğuşu da içermelidir.
Ben İstanbul–İzmir–Antalya hattını Akdeniz’in yeni yaratıcı kültür kuşağı olarak hayal ediyorum. Bağımsız fonlarla desteklenen bir sinema, tasarım ve edebiyat ekosistemi, özgür ve çoğulcu bir kültür iklimi, kültürel üretimi siyasetin gündelik kavgasının üstüne taşıyan bir yaklaşım… Türk sineması, edebiyatı, müziği, tasarımı dünyada bir kez daha güçlü bir şekilde görünür hâle gelmeden bu ülkeden tam anlamıyla bir Rönesans çıkmaz.
****
Bütün bu vizyonun merkezine “devlet kapasitesi ve liyakat” neden koyuyorum?
Bütün bu anlattıklarımız; eğitim reformu, teknoloji atılımı, enerji stratejisi, dış politika vizyonu, tarım politikası, kültürel canlanma… Bunların hepsi ancak devlet mekanizması çalışıyorsa hayata geçebilir. Liyakat yoksa, kurumlar siyasî sadakate göre diziliyorsa, denge denetim mekanizmaları etkisizleşmişse, kurumsal hafıza yok sayılıyorsa, en mükemmel program bile kâğıt üzerinde kalır. Hatta daha da kötüsü, eğrilerek uygulanır ve toplumsal güveni iyice zedeler. Bu yüzden diyorum ki, Türk Rönesansı’nın asıl sütunu devlet kapasitesi ve liyakattir. Devleti daha güçlü ama aynı zamanda daha şeffaf, daha hesap verebilir, daha öngörülebilir hâle getirmeden hiçbir dönüştürücü program yaşamaz.
***
Tüm bunlar güzel ama insanlar doğal olarak “Peki nasıl, ne zaman?” diye soruyor. Beş yıllık bir icra planı gerçekçi mi?
Elbette tek bir beş yıllık planla her şeyi çözemezsiniz. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. Ben bu taslakta, hayal değil mühendislik mantığıyla bir beş yıllık iskelet öneriyorum. Birinci yılda eğitim reformunun temelini atarsınız, dijital devlet mimarisini başlatırsınız, hukuki güvenceyi güçlendirecek adımları atarsınız. İkinci yılda enerji yatırımlarını hızlandırır, SMR programını tasarlamaya başlar, teknoloji kümelerini somutlaştırırsınız. Üçüncü yılda vergi reformunu ve gelir adaletini iyileştirecek adımları hayata geçirirsiniz. Dördüncü yılda yüksek teknoloji ihracatında çift haneli oranları hedeflersiniz. Beşinci yılda da kişi başı gelirde 20 bin dolar bandına doğru ilerleyen, küresel tedarik zincirlerinde kritik bir pozisyona yerleşmiş bir Türkiye tablosunu zorlayabilirsiniz. Bu plan, doğru kadrolarla ve istikrarlı bir siyasi iradeyle hayal değil. Elbette riskler, sapmalar, gecikmeler olur. Ama önemli olan, nereye yürüdüğünüzü bilmeniz ve toplumu bu yürüyüşe ortak etmeniz.
**
Son olarak “Türk Rönesansı” programını kim sahiplenirse onu ne bekler? Bu daha çok iktidara mı, muhalefete mi hitap ediyor?
Açık söyleyeyim, ben bu çerçeveyi ne sadece muhalefet için yazdım ne de sadece iktidar için. Bu, bir devlet aklı çağrısıdır. Hangi siyasi hareket, hangi liderlik bunu ciddiye alır, tartışır, geliştirir, sahiplenirse Türkiye’nin gelecek otuz yılını da o belirler. Bu program bir kişinin, bir partinin tekelinde olmayı kaldırmayacak kadar geniş. İçinde yerel yönetimlere de yer var, Ankara’ya da. İş dünyasına da var, sivil topluma da, üniversitelere de, gençlere de… Türkiye ancak ortak bir akıl ve ortak bir hedef etrafında yeniden ayağa kalkabilir.
Türk Rönesansı bir hayal değil, doğru kurgulanırsa Türkiye’nin kaderidir. İrade, zeka, liyakat ve cesaretle birleştiğinde bu ülke yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel bir aktör hâline gelebilir. Mesele, bunu ne kadar ciddiye aldığımız ve ne zaman başlamak istediğimiz. Benim cevabım net: “Bir gün” değil, bugün.
Türk rönesansı nasıl gerçekleşir? (2)
Türk rönesansı nasıl gerçekleşir? (2)
Paylaş: