Dünyanın önde gelen jeostrateji, enerji ve yatırım otoritelerinden The London Energy Club Yönetim Kurulu Başkanı, eski diplomat ve OECD üst düzey yöneticisi ve gazetemiz yazarı Mehmet Öğütçü ile yükselen İran-İsrail gerilimini, bundan sonra neler olabileceğini konuştuk. Türkiye’nin alması gereken dersler, izlemesi gereken yol ve olası senaryolar üzerine derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik.
İsrail’in İran’daki nükleer tesisleri hedef alması son derece riskli bir adım. Sizce İsrail bu saldırıyı neden tam şimdi gerçekleştirdi?
Bu sorunun birkaç boyutu var. Her şeyden önce, İsrail’in bu tür saldırılarının arka planında uzun yıllardır biriken bir “güvenlik doktrini” bulunuyor. İsrail 6 devleti, kuruluşundan bu yana çevresindeki tehditleri büyümeden bertaraf etme politikasını benimsemiştir. Buna “önleyici vuruş” stratejisi diyoruz. İran’ın nükleer kapasitesi, bu çerçevede artık İsrail’in tahammül sınırlarını aşmış durumda. Bugüne kadar İsrail’in kırmızı çizgileri vardı: İran’ın nükleer silah edinme eşiğine gelmemesi. Ancak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın son raporları, İran’ın yüzde 60 ve üzeri zenginleştirilmiş uranyuma sahip olduğunu gösteriyor. Bu, birkaç hafta içinde yüzde 90 saflığa ulaşabileceği ve potansiyel olarak silah yapabileceği anlamına geliyor. İsrail bunu bekleyemezdi.
İkincisi, ABD'nin İran ile nükleer anlaşmayı (JCPOA) yeniden canlandırma girişimleri, Netanyahu hükümetini fazlasıyla rahatsız ediyor. Çünkü bu süreç, İran’a zaman kazandırıyor ve bölgedeki nüfuzunu artırmasına olanak sağlıyor. İsrail, ABD’nin dikkatini yeniden İran tehdidine çekmek ve “bakın, siz müdahale etmezseniz biz ederiz” mesajını vermek istiyor. Bir başka etken de iç siyaset. İsrail’de şu anda hükümete yönelik yoğun bir kamuoyu baskısı var. Yargı reformları, yolsuzluk davaları ve toplumdaki kutuplaşma nedeniyle Netanyahu’nun siyasi meşruiyeti zayıflamış durumda. Böyle dönemlerde dış tehditler ve güvenlik krizleri, iç siyaseti konsolide etme aracı olarak kullanılabiliyor.
Üçüncüsü, İsrail sadece İran’ın nükleer kabiliyetini değil, bölgedeki vekil güçleri (Hizbullah, Hamas, Yemen'deki Husi milisleri) aracılığıyla yürüttüğü jeopolitik kuşatmayı da kırmak istiyor. Dolayısıyla bu saldırı, sadece bir nükleer tesis saldırısı değil, çok daha geniş kapsamlı bir jeostratejik mesajdır.
Son olarak, Batı’nın İran rejimine yönelik doğrudan baskısını da unutmamak gerek. Artık rejim değişikliği hedefi gizli değil; İsrail ve bazı Batılı ülkeler, İran’daki yönetimi zayıflatmak ve nihayetinde değiştirmek için yoğun bir siyasi ve askeri baskı altında. ABD ve İngiltere doğrudan bu süreci açıkça desteklemese de perde arkasında aktif bir şekilde rol oynuyorlar. Dolayısıyla bu saldırı, sadece nükleer tehdide karşı değil, aynı zamanda İran rejiminin devrilmesini, yerine Batı’ya müzahir bir yönetim getirilmesini hedef alan kapsamlı bir operasyon. Şimdiye kadar atılan adımlar da bu büyük stratejinin temel taşlarını döşeyerek bizi bugüne getirdi.
İran gerçekten bir nükleer silaha bu kadar yakın mı? Uluslararası kamuoyu ne kadar tehlikenin farkında?
Evet, İran nükleer silaha teknik olarak çok yakın. Bunu yıllar içinde, özellikle JCPOA’nın çökmesinden sonra adım adım inşa ettiler. Şu anda gelişmiş İR-6 tıpı santrifujler kullanılıyor ve bunlar çok daha hızlı uranyum zenginleştirebiliyor. İran, 2015 anlaşmasında kabul ettiği sınırlamaların çoğunu askıya aldı.
Teorik olarak, İran'ın bomba için gerekli nükleer malzemeyi üretmesi 3 ila 6 hafta sürebilir. Ancak bu, sadece bir başlangıç. Nükleer bomba üretimi için ayrıca silah tasarımı, minyatürleştirme, taşıyıcı sistemler (füzeler) ve test süreci gerekir. Bu süreç 1-2 yıl sürebilir. Yani teknik eşik asıldı ama siyasi karar eşiği henüz asılmadı. Ve bu da en önemli konu.
Uluslararası kamuoyuna gelirsek, Batı bu tehlikenin fazlasıyla farkında ancak Ukrayna, Gazze, Çin-Tayvan gerginliği gibi krizler nedeniyle dikkat dağınıklığı yaşıyor. Ayrıca Avrupa’nın İran’la enerji ve ticaret ilişkileri de devreye giriyor. ABD ise İran’la çatışmaya girmek istemiyor. Bu da İsrail’i yalnız bırakıyor ve kendi başının çaresine bakmaya zorluyor.
Nükleer tesislere saldırının çevresel ve bölgesel etkileri neler olur? Türkiye bu krizden nasıl etkilenebilir?
Nükleer tesislere yapılacak bir saldırı, sadece askeri bir operasyon değil, potansiyel bir felaket senaryosudur. İran’ın Natanz, Fordow gibi yeraltı nükleer kompleksleri hedef alınırsa, bu sadece bomba ya da füze ile değil, özel operasyon timleriyle de yapılabilir. Ancak her hâlükârda radyoaktif madde sızıntısı, yangın ve yeraltı yapılarının çökmesi gibi büyük riskler ortaya çıkar.
Radyasyon rüzgarla taşınır. Türkiye’nin doğu illeri, özellikle Van, Ağrı, Iğdır, Hakkari serpintiden saatler içinde etkilenebilir. Bu, sadece sağlık açısından değil, tarım, hayvancılık, içme suyu kaynakları ve göç dalgaları açısından da çok ciddi bir kriz doğurur. Azerbaycan'ın güney bölgeleri, Ermenistan ve Irak’ın kuzeyi de risk altında.
Türkiye bu konuda hazırlıklı mı?
Açık konuşalım, hayır. Ne halkı bilinçlendirme ne de erken uyarı sistemleri bakımından yeterli altyapımız var. Radyoaktif serpinti simülasyonları, koruyucu ekipmanlar, sağlık sisteminin acil yanıt kapasitesi gibi kritik alanlarda eksiklikler var.
Ancak acil olarak hayata geçirilebilecek önlemler var:
Birincisi, meteorolojik modelleme sistemleri geliştirilmeli ve radyoaktif serpintinin muhtemel yayılım alanları önceden tespit edilerek, erken uyarı sistemleri kurulmalı. Böylece risk altındaki bölgelerde yaşayanlar hızlıca bilgilendirilebilir.
İkincisi, kriz iletişimi profesyonelce organize edilmeli. Kamuoyunun paniğe kapılmadan doğru bilgi alması sağlanmalı.
Üçüncüsü, riskli bölgelerde iyot tabletleri ve diğer koruyucu tıbbi malzemeler depolanmalı. Bu tabletler özellikle tiroid kanserine karşı korunmada çok etkili.
Ayrıca sınırdaki askeri ve sivil yerleşim birimlerinde acil tahliye planları güncellenmeli, tatbikatlar yapılmalı. Kısacası çok katmanlı, sivil-askeri koordinasyonla kapsamlı bir hazırlık şart. Bunlar kriz sonrası önlemler, daha da önemlisi nükleer silah yapma amaçlı tesislerin barışçıl yöntemlerle ortadan kaldırılması çabalarına destek sağlamak, öncü rol oynamak idi; ama galiba bu hususta hem Tahran söz dinlemiyor hem de geç kalındı.
Bu kriz Türkiye’nin enerji arzını da etkiler mi? Enerji güvenliği açısından nasıl bir risk tablosuyla karşı karşıyayız?
Kesinlikle etkiler. Türkiye, İran’dan yıllık 10 milyar metreküp civarında doğalgaz alıyor. Bu, toplam tüketimin yaklaşık yüzde 15’i. Eğer İran gaz akışını keserse ya da saldırılar sonucunda altyapısı zarar görürse, Türkiye'nin özellikle kış aylarında ciddi sıkıntılar yaşaması muhtemel.
Türkiye ayrıca Türkmenistan gazinin swap yöntemiyle İran üzerinden kendisine aktarılmasını planlıyor. Bu tür bölgesel enerji işbirlikleri de sekteye uğrar. İran üzerinden Türkiye’ye gelen petrol sevkiyatları da zarar görebilir.
Bir de fiyat etkisi var. Hürmüz Boğazı'ndaki gerilim petrol ve LNG fiyatlarını yukarı çeker. Bu da Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkelerde hem dış ticaret açığını artırır hem de enflasyonu tetikler. 2022'de Rusya-Ukrayna savaşıyla gördük bunu. Şimdi daha büyük bir dalga gelebilir.
Enerji güvenliği artık sadece ekonomik değil, ulusal güvenlik meselesidir. Türkiye’nin bu krizi bir uyarı olarak görüp enerji çeşitliliği, yerli üretim, yenilenebilir kaynaklar ve enerji verimliliğine hız vermesi gerekiyor.
Hürmüz Boğazı’nda olası bir çatışma senaryosu ne anlama gelir? Dünya enerji güvenliği bundan nasıl etkilenir?
Hürmüz Boğazı, küresel petrol ticaretinin can damarı. Günlük yaklaşık 20 milyon varil petrol bu boğazdan geçiyor. Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE gibi büyük petrol üreticilerinin ihracatı bu güzergaha bağlıdır. İran’ın kendi ihracatı da öyle. Katar’ın LNG ihracatının tek akış yolu da burası. Bölgede yaşanacak bir kriz, petrol fiyatlarını anında 150 dolara fırlatır, LNG fiyatları da öyle.
İsrail'in, İran’ın doğrudan etkisi altındaki Hürmüz Boğazı’na askeri olarak müdahale etmesi coğrafi, siyasi ve askeri olarak gerçek dışı. Ancak bu, Tel Aviv’in Hürmüz çevresinde hamle yapmayacağı anlamına gelmez. Körfez’de BAE ve Bahreyn ile kurduğu ilişkiler, Suudi Arabistan’la yakınlaşma sinyalleri ve ABD’nin çekilmeye başladığı bölgede yeni bir savunma işbirliği zemini oluşturması, dikkatle izlenmesi gereken gelişmeler. İsrail, bu ülkelerle birlikte Hürmüz’deki İran etkisini dengelemek üzere çok taraflı deniz güvenliği mekanizmalarına göz kırpabilir.
Bu girişim, doğrudan “İsrail hamlesi” değil, büyük olasılıkla ABD öncülüğünde ve enerji güvenliği kisvesi altında ilerleyecektir. İsrail burada “sessiz ortak” olur, diplomatik angajmanla kazanır, askeri maliyete girmeden psikolojik üstünlük elde eder.
Bu gelişmeler, küresel enerji arzında büyük bir şok yaratır, tedarik zincirlerini zorlar ve dünya ekonomisinde yeni türbülanslara yol açar. Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler, bu tür fiyat şoklarından en çok zarar görenler arasında yer alır, zaten kapanamaz hale gelmiş cari açık iyice kontrolden çıkar.
İsrail’in sıradaki hedefinin Türkiye olabileceği iddiaları dile getiriliyor. Bu olasılık ne kadar gerçekçi?
İsrail’in Türkiye’ye karşı doğrudan bir askeri saldırı düzenlemesi, mevcut jeopolitik gerçekler ışığında oldukça düşük bir ihtimal. Nitekim, Suriye krizinde de bu ihtimal konuşuldu; bildiğim kadarıyla MİT ve MOSSAD Bakü’de buluşarak çatışmasızlığın kurallarını ortaya koydular. Bugün İsrail’in ana hedefi açıkça İran, ama bu çatışma beklenmedik tetiklenmelerle tüm bölgeyi istikrarsızlaştıracak büyük bir yangına da dönüşebilir.
Türkiye, bölgenin en büyük gücü olarak kenarda bekleyemez, sanki Yeni Zelanda coğrafi konumundaymış gibi yasak savma babında kınama ve uluslararası hukuka, itidale davet çağrıları yapmakla yetinemez. Varsa gücünü, caydırıcılığını göstermek zorunda, aksi taktirde bölgede bundan sonra ciddiye alınmaz.
Türkiye’ye karşı olası bir saldırı senaryosu, hem İsrail’in stratejik çıkarlarına zarar verir hem de uluslararası arenada ciddi tepki çekebilir. Dolayısıyla, bu tür senaryolar daha çok siyasi propaganda ve korku yaratmak amacıyla dile getiriliyor.
Ama şu gerçekle de yüzleşmek zorundayız. İsrail kaçınılmaz şekilde bölgenin en etkin askeri gücü ve iradesini sahada da gösteriyor. Ankara ya İsrail ile uzun vadeli bir bölge nüfuz alanları paylaşımı mutabakatı yapacak ya da er ya da geç çatışacak menfaatler diplomatic masada uzlaştırılamaz, iki taraf birbirinin ayağına basmaya devam edecek olursa. İsrail’İ de sakin ABD ve İngiltere’den, hatta AB’den bağımsız düşünmeyin. Tarih, savaşların sadece kaybedenler çıkardığını, işbirliği ve uzlaşmanın ise bölgesel refahı ve istikrarı artırdığını gösteriyor.
Filistin meselesi Türkiye-İsrail ilişkilerinde nasıl bir konumda yer alıyor?
Türkiye-İsrail ilişkilerinde stratejik bir düğüm noktası. Sadece dış politika alanında değil, aynı zamanda Türkiye’nin iç siyasetinde de kritik bir yer tutuyor. Erdoğan yönetimi, Filistin davasını sadece vicdanı bir mesele olarak değil, aynı zamanda geniş halk tabanına hitap eden bir siyasi araç olarak da kullanıyor. Bu, Türkiye’nin kendi kamuoyundaki meşruiyetini güçlendiren önemli bir faktör.
Ancak Filistin meselesine yaklaşımda aşırı sert söylemler uzun vadede Türkiye’nin bölgesel etkinliğini zayıflatıyor. İsrail ile ilişkilerin tamamen kopması, bölgesel diplomatik inisiyatiflerimizi kısıtlıyor, Filistin’e somut destek verme kapasitesimizi azaltıyor. İsrail ile konuşmadan, onun politikalarını yönlendirecek kaldıraçlara sahip olmadan megafon diplomasisi ile Filistinlilere insan yardım bile gönderemiyoruz. Kızılay, yardımını Kızılhaç üzerinden göndermek örunda kalıyor.
Türkiye’nin İsrail ile pragmatik ve yapıcı bir diyalog kurması, hatta bana sorarsanız 25 yılllik “al gülüm-ver gülüm” tarşı menfaat dengesini ve uzun vadeli istikrarı sağlayacak partiler üstü bir stratejik angajmanı masaya koyması şart.
Askeri caydırıcılık kapasitemiz ne durumda?
Türkiye’nin askeri caydırıcılık söylemi, bölgesel aktörlere güçlü bir mesaj vermek açısından önemli. Ancak bu söylemin arkasında somut, kullanılabilir, inandırıcı ve güncel bir kapasite olması gerekiyor. Biz NATO’da ABD’den sonra ikinci büyük silahlı kuvvetlere sahip bir ülkeyiz ama hava savunma ve saldırı kabiliyeti bakımından çok parlak bir durumda değiliz.
F-16'larımız yaşlanıyor; modernizasyon talepleri siyasi pazarlıkların gölgesinde. KAAN gibi yerli muharıp uçak projeleri umut verici ama en erken 2030'da aktif hale gelebilecek. SİHA'larımız taktik ve asımetrik alanlarda etkin ancak ileri düzey hava tehditlerine karşı tek başına yeterli değil. Uzun menzilli hava savunma sistemimiz yok. S-400’ler rafa kaldırıldı. NATO’nun Patriotları ise bizim kontrolümüzde değil. Kısacası, hava kuvvetlerimiz bir yandan güç kaybederken diğer yandan yerli üretimle bir geçiş sürecine girmiş durumda. Ancak bu geçiş süreci, muhtemel bir sıcak çatışma yaşanırsa, bizi kırılgan kılabilir.
SİHA’lar, Türkiye’nin savaş sahasındaki üstünlüğünü artıran önemli araçlar olsa da, yüksek teknolojiye sahip hava savunma sistemlerine karşı zayıf kalıyorlar. Bu nedenle hava savunma sistemleri ve elektronik harp kapasitesi mutlaka artırılmalı.
O yüzden F-35 programından çıkarılmamız, F-16 modernizasyonunun gerçekleşmemesi, Patriot hava savunma sistemlerinin satılmaması sadece teknik konular değil, büyük strtatejik resmin birer parçası. Güçlü bir hava savunma ve saldırı kapasitesine sahip olmamız istenmiyor.
Deniz kuvvetlerinde “Mavi Vatan” vizyonu son derece güçlü ve geleceğe dönük bir strateji. Ancak sahada yeterli sayıda modern gemi, denizaltı ve entegre harekat kapasitesi olmadan bu vizyon gerçek anlamda uygulanamaz. MİLGEM projeleri umut verici olsa da, donanmanın modernizasyonu hızla devam etmeli ve bölgedeki diğer güçlerin gelişimi yakından takip edilmelidir.
Özetle, caydırıcılık söylemi, mevcut durumu tam olarak yansıtmıyor. Türkiye’nin askeri modernizasyonu hızlandırması, stratejik yatırımlarını arttırması ve teknolojik dönüşümü yönetmesi şart.
Yunanistan’ın askeri güçlenmesi Türkiye açısından nasıl bir risk oluşturuyor?
Yunanistan, Fransa’dan aldığı Rafale savaş uçakları, Belharra fırkateynleri ve ABD ile yakınlaşması, üsler kurması sayesinde Ege ve Doğu Akdeniz’de askeri dengeyi ciddi şekilde değiştirdi. Bu gelişmeler, Türkiye’nin bölgesel caydırıcılık kapasitesini doğrudan etkiliyor ve kriz yönetimini zorlaştırıyor. Fransa’nın bölgesel nüfuzunu artırma stratejisi de, Türkiye’nin bölgesel hedefleriyle örtüşmüyor.
Bu durum, Türkiye’nin askeri modernizasyon ve kapasite artırımı ihtiyaçlarını acil hale getiriyor. Aynı zamanda, diplomasi ve bölgesel işbirliği mekanizmalarının etkinliği artırılarak bu güç dengesi yumuşatılabilir. Türkiye, tek başına askeri güçle değil, akıllı diplomasiyle de rakiplerinin stratejik hamlelerine karşılık vermelidir.
Başka bir mesajınız var mı?
İran’a saldırıyı o büyük yeni küresel (ve de BOP) düzeni resminden bağımsız görmeyelim lütfen. Hedefler belli, sistematik, sabırlı şekilde adım adım yürünüyor her bir hedefin etkisiz hale getirilmesi için.
Türkiye’nin bu son krizden, öncesindeki Gazze, Lübnan, Irak, Suriye operasyonlarından alacağı ciddi dersler, atacağı öncelikli iyi düşünülmüş kurmay zeka ürünü diplomatik, askeri ve ekonomik adımlar var, öncelikle ülke içinde dayanışmayı, bütünlüğü, istikrar, refahı ve güvenliği sağlamakla başlayarak.
İyidir kötüdür duygusal tepkisinden kaçınarak realist ve güç temelli mevcut değişkenleri hesaba katarak İran’da rejim devrilirse nasıl pozisyon alacağımızı belirlemek zorundayız şimdiden. O yüzden zaten Ankara’nın pek hoşnut olmadığı mevcut rejim ile mesafeli ama aralarında Azerilerin de önemli bir yüzdeyi oluşturduğu dost İran halkı ile yakın ilgi, temas ve destek içinde olmaya çalışmalıyız. Başka bir ülke için kendimizi ateş çemberine sokmamak çok önemli. "Önce Türkiye".
En önemlisi de İsrail (ve arkasındaki Washington) ile bölgenin gelecek tasarımı ve vizyonu konusunda masada olalım, menüde değil.
Nükleer tesislere bombalı saldırı potansiyel bir felaket senaryosudur
Dünyanın önde gelen jeostrateji, enerji ve yatırım otoritelerinden The London Energy Club Yönetim Kurulu Başkanı, eski diplomat ve OECD üst düzey yöneticisi ve gazetemiz yazarı Mehmet Öğütçü ile yükselen İran-İsrail gerilimini, bundan sonra neler olabileceğini konuştuk.
Paylaş: