“… İlkbahar, yaz, verimli sonbahar ve öfkeli kış, birbirlerinin elbiseleriyle şaşkına çevirdiler dünyayı / Hangisi hangisidir anlayan kalmadı / Ve tüm bu felaketlerin sebebi / Bizim kavgamız, bizim anlaşmazlığımızdır; / Onların ebeveyni ve kaynağı biziz!”
Bu satırlar, Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan. Peri Kraliçesi Titania, o günlerde doğanın büyük bir dengesizlik içinde olduğundan dem vurup, oluşan felaketlerin nasıl kıtlıklara, hastalıklara yol açtığını anlatır bize. Bugünden bakınca, 16. yy sonlarında meydana gelen “küçük buzul çağı” ve etkilerine bağlı olarak Shakespeare’in bu satırları yazdığını düşünmek mümkün.
İklimlerdeki değişikliğin neden olduğu kuraklık, seller, aşırı sıcak havalar, orman yangınları gibi canlı yaşamını riske atan olayları ve bu olayların açtığı ekonomik kayıpları günümüzde de ciddi anlamda yaşıyoruz. O zaman şunu mu sormalıyız; İklim değişikliği her zaman mı söz konusuydu? Bugün yeni bir kavrammış gibi endişe ile bahsetmeye gerek yok mu aslında? 4,5 milyar yaşındaki gezegenimiz çağlar boyunca volkanik patlamalar, kıtaların kayması gibi jeolojik sebeplerle başlayıp biten iklimsel değişimler yaşamış, yaşamaya da devam edecek. Bugün ise uzmanların asıl endişelenme nedeni; sıcaklığın artış hızı. Doğal dengeleri sarsan bu hızlı yükseliş, 19.yy’da başlayan sanayileşmeye bağlanıyor. Eriyen buzulun üstündeki çaresiz kutup ayısı, hepimizin gözünde küresel ısınmanın sembolü.
Gezegenimizin üzerindeki her doğal olay hassas bir dengeyle, mükemmel bir zincirle birbirine bağlı. Ve bu denge bir noktada bozulduğunda bir dizi etkiyi de beraberinde getiriyor. Mesela, sıcaklık artışı nedeniyle buzullar eriyor, eriyen buzullardan gelen soğuk-tatlı suların oluşturduğu yoğunluk farkı nedeniyle Meksika körfezinden gelip Kuzey-Batı Avrupa’yı yaşanır kılan Gulf Stream akıntısı, güneye doğru itiliyor hatta parçalanıyor. Bunun sonucunda da kuzeyde yer alan ülkeleri yaşaması zor soğuk günler, ekvatora yakın ülkeleri ise artan sıcaklıklar bekliyor.
Sıcaklık artışının bir başka korkutucu boyutu ise gezegenimizin donmuş toprakları içinde depolanmış olan karbonun, bu toprakların çözülmesi ile açığa çıkması. Atmosferdeki miktarın yaklaşık 2 katı olan bu karbon, iklim değişikliğini şiddetlendirecek önemli bir tehdit olarak endişelendiriyor. Hal böyle olunca pek çok çevresel tedbir konuşuluyor. Ülkeler bir araya gelip gezegenimizi bu duruma getirmemize neden olan baş parametre “karbon salınımı”nın nasıl azalacağına ilişkin politikaları belirlemeye çalışıyor. Ve yeni kavramlar ortaya çıkıyor. En dikkat çekici olanı ise, ülkelerin saldıkları karbonu nötrleyebilecekleri tarihleri birer taahhüt olarak ortaya koymuş olmaları. Bu taahhütler ciddi tedbirler ve önemli rakamlarda yatırımlar gerektiriyor. Üretimin ve doğal olarak ekonomik hayatın bu önceliklerle şekillenmesi gerekliliğinde çoğunluk mutabık. Bununla beraber, Trump yönetimi tarafından verilen fosil yakıtlara dönüş kararı gibi gelişmeler yeni tartışmalara neden olabiliyor. Ama bu karara rağmen ABD içinde bile bazı eyaletler, oluşturdukları iklim politikalarından geri adım atmayarak uygulamaya devam ediyor.
Ülkemizin Gümrük Birliği içinde olduğu ve önemli oranda ihracat yaptığı Avrupa Birliği ise karbon salınımlarını kontrol altına almaya dair kararlılığını “Yeşil mutabakat” ile ortaya koymuş durumda. AB, 2050 de nötr hale geleceğini yani giderebildiğinden daha fazla karbon salınımı yapılmayacağını deklare etti. Bu doğrultuda ticaretine, finansına ve üretimine dair yol haritasını duyurdu. AB’de üretilecek ya da AB’ye satılacak tüm malların yıllar içinde doğa dostu üretilmesinden başka şansı yok. Yani yeni bir ekonomik düzen tanımlandı.
Ve dendi ki; bir ürün ortaya çıkana kadar doğaya olan etkilerinin bir bedeli olmalı. Bu yeni ekonomik düzenin gereği olarak AB’ye ihracat yapan sanayicimiz, fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretmek, hammadde olarak doğal kaynakları tüketmek yerine geri dönüştürülmüş malzemeleri tercih etmek, taşımacılıkta daha az kirleten yöntemleri kullanmak, hatta daha da ileri boyutuyla sadece kendi işletmesi içi değil, ürününün içine kattığı her bir malzemenin de ne kadar doğa dostu olduğunu rakamlarla ortaya koymak durumunda. Yani ürünü için “doğayı ne kadar tükettiğini” açıklamak zorunda. Bu sistem doğa dostu üretimin öne çıkması için önemli bir adım. Ürünün bir nevi “doğa karnesi” ile pazarda yerini bulması, notu düşükse de bunun için bedel ödenmesini zorunlu kılıyor.
Bu durumda da akla yeni sorular geliyor.
1-Amaç gezegenimizi korumak ise bedel ödenmesi bir çözüm müdür?
2-Bu bedelin bizlere yansıması söz konusu mudur?
3-Sanayicimiz bu konuda dünya geneli ile nasıl rekabet edecek?
Ülkemiz üretimini, “bilgi, finans, yatırım” üçgeninde sisteme hazır etmek ve uluslararası arenada korumak için başta “İklim Değişikliği Başkanlığı” olmak üzere tüm ilgili kurumlarımıza önemli görevler düşüyor. Bir sonraki yazıda, bu yeni ticaret kuralları çerçevesinde konuyu daha derinlemesine inceleyeceğiz.
Küresel ticaretin yeni hakimi “İKLİM” mi?
Küresel ticaretin yeni hakimi “İKLİM” mi?

Paylaş: