Nisan ayının ilk yarısında gündeme gelen önemli başlıklardan biri, TBMM Genel Kurulu’na sunulan “İklim Kanunu” teklifiydi. Çeşitli yönlerden eleştiriler aldı, tartışmalara neden oldu. Genel Kurul’da ilk dört maddesi kabul edildikten sonra, görüşmelere ara verildi ve teklif yeniden değerlendirilmek üzere Komisyona iade edildi.
İklim Yasaları, birçok ülke tarafından yıllar önce yürürlüğe alındı: Birleşik Krallık 2008’de, İsveç 2017’de, Fransa ve Almanya 2019’da, Japonya ve AB ise 2021’de. Türkiye’de de iklim krizine karşı güçlü bir yasal çatı oluşturulması gerektiği konusunda geniş bir mutabakat var.
Karşı karşıya olduğumuz kriz yalnızca çevresel değil; aynı zamanda ekonomik, toplumsal ve politik boyutları olan çok katmanlı bir krizdir. Bu nedenle hayata geçirilecek düzenlemelerin çok yönlü, kapsayıcı ve iyi kurgulanmış bir yapıya sahip olması gerekir. İşte bu yüzden, yapıcı ve yön gösterici eleştiriler ile katkılar her zamankinden daha değerlidir.
Sağlıklı işleyen bir yasal altyapı, yalnızca doğamızı korumakla kalmaz; aynı zamanda ülkemizin ihracat kapasitesi ve küresel rekabet gücü açısından da kritik bir rol oynar.
Zira önceki yazımızda da vurguladığımız gibi, küresel ticaret artık iklim temelli bir eksene oturuyor. En büyük pazarımız olan Avrupa Birliği, belirlediği sera gazı emisyonu azaltım hedeflerine ulaşmakta kararlı. Bu kapsamda, doğa dostu üretime geçme yönünde ciddi maliyetler içeren yatırımlar yapıyor. Yeşil dönüşüm için katlanılan maliyetleri göz önüne alınca AB, ithal edilen ürünlerin de benzer çevresel standartları karşılamasını istiyor. Aksi halde, bu farkın bir bedel olarak ödenmesini şart koşuyor. İşte bu amaçla, “Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması” (SKDM, İngilizcesi CBAM) uygulamaya alındı.
Şu an için SKDM; demir-çelik, alüminyum, çimento, gübre, hidrojen ve elektrik gibi sektörleri kapsıyor. Ancak diğer sektörlerin de yakın zamanda dahil edilmesi bekleniyor.
Ticareti etkileyen bir diğer sistem ise Emisyon Ticaret Sistemi (ETS). Bugün dünya genelinde birçok ülke kendi ETS altyapısını kurmuş durumda. Bu sistemde, belirli tesislere emisyon kotaları tanımlanıyor ve tesisin bu kotayı aşıp aşmadığına göre bir alım-satım süreci devreye giriyor. Yani karbon emisyonu, piyasa kuralları çerçevesinde bir değer ve maliyet unsuruna dönüşüyor.
Bu iki sistemin farkını net biçimde şöyle özetleyebiliriz:
-SKDM ürün bazlıdır. Yani ihracat yapılan ürünün karbon içeriği dikkate alınır.
-ETS ise tesis bazlıdır. Üretimin her aşamasındaki emisyonları dikkate alır ve sadece ihracat yapan değil, iç piyasaya üretim yapan tesisler de kapsama girer.
Peki AB ülkelerine ihracat yapan bir Türkiye üreticisi ne yapmalı?
İlk adımda, ürettiği ürünün SKDM kapsamında olup olmadığını belirlemeli. Eğer kapsamdaysa, halihazırda karbon emisyonuna ilişkin verileri toplamalı, hesaplamalarını yapmalı ve doğrulatmalı. Şu anda yalnızca raporlama zorunluluğu var, ancak bu raporlar üç ayda bir AB Komisyonu’na iletilmek zorunda. Bu işin sürdürülebilirliği açısından, şirket içinde veri yönetimi ve hesaplama süreçlerine dair sistematik bir altyapı kurulması gerekiyor.
2026 itibarıyla, sertifika alımı ve ödeme yükümlülükleri başlayacak. Bu noktada düşük karbonlu ürünler rekabet avantajı sağlayacak. Eğer hesaplanan emisyon değeri yüksekse, ticaretin sürdürülebilirliği açısından emisyon azaltımına yönelik bir yol haritası vakit kaybetmeden oluşturulmalı. Enerji verimliliği, yenilenebilir enerjiye geçiş ve döngüsel ekonomi uygulamaları bu stratejide öncelikli başlıklar arasında yer almalı. Ayrıca, bu alanlarda hem Türkiye’de hem AB’de sunulan destek ve teşvik programları yakından takip edilmeli.
Unutulmamalı ki, karbon odaklı bu yeni ticaret düzeni, finans sektörünü de etkiliyor. Bankalar, çevreye duyarlı yatırımlara yönelirken, düzenleyici kurumlar da bu eğilimi destekliyor. Artık bankalar, portföylerinde çevreci yatırımların ne kadar yer tuttuğunu düzenli olarak BDDK’ya raporlamak zorunda. Tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin de kendi Emisyon Ticaret Sistemi’ni kurması, üretimden kaynaklı emisyonları kontrol altına alması ve üreticilerini küresel pazarlarda rekabetçi kılacak biçimde yönlendirmesi son derece önemli.
Son sözleri, 2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan Daniel Kahneman’a atıfla söyleyelim. Ödül gerekçesinde yer verilen “Beklenti Teorisi”ni hatırlamakta fayda var:
“Kayıplar, kazançlara kıyasla daha fazla etkiler.”
Somutlaştırmak gerekirse: Bir damla suyun değeri o damlaya ulaşamadığımızda anlaşılır. Bir ağacın varlığı altında durduğumuzda belki fark edilmez; ama o ağaç olmadığında, gölgesi, serinliği, sessizlik, kuş sesi, toprak da kaybolur. Yeşil dönüşüm için bugün yapılmayan yatırım, kısa vadede maliyet gibi görünse de, orta vadede ihracat kaybı, karbon ödemeleri ve finansmana erişim zorluklarıyla çok daha yüksek bir ekonomik kayba dönüşebilir.
İklim ekonomisine geçişte geri sayım: Kaybetmemek için harekete geçmek şart
İklim ekonomisine geçişte geri sayım: Kaybetmemek için harekete geçmek şart

Paylaş: