.
Ekonomik Göstergeler
Dolar
29.84 ₺
Euro
32.45 ₺
GBP
1.124 ₺
JPY
7.842
Ana Sayfa
Gündem
Spor
Köşe Yazıları
Podcast

Yeni dünya realitesi-stratejik otonomi

Okuma Süresi: 4 Dakika
Toplam Okunma: hesaplanıyor...
Yeni dünya realitesi-stratejik otonomi
Yeni dünya realitesi-stratejik otonomi
Paylaş:
Stratejik otonomi olgusu, gezegenimizin, zaten bir türlü huzura kavuşamamış iklimini daha da tehdit eder hale geldi.  Bu kavram, bir devletin dış politikasını ve güvenlik stratejilerini, başka bir ülkeye bağımlı olmadan, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda belirleyebilme yeteneği, güç arayışı ve imkanlarını zorlamasıdır. Çin’in yükselişiyle çok kutuplu dünya düzeninde, ABD’ye karşı tüm devletlerin topluca bir kalkışması ile tetiklenen yeni bir dünya realitesinden söz ediyoruz.

Gelişmeler en başından alınırsa; İkinci Dünya Savaşı’ndan yıpranarak çıkan “Batı” ülkeleri, kalıcı barışı tesis edebilmek için savaşların artık yaşanmayacağı bir ideoloji mayalandırmaya başladılar. Yeni akımın odağı “insan”dı. Yükselen değerler temel insan haklarını kutsarken; hukukun üstünlüğü ve evrensel demokratik ilkeler toplumların vazgeçilmez hedefleriydi artık.
Küreselleşen dünya ulusal sınırları silikleştirirken, sermayenin serbestçe dolaşımı liberal bir ekonomik düzeni adeta dayatıyor; gümrük birliktelikleri oluşturuluyor, başta Avrupa Birliği olmak üzere, siyasi entegrasyonları hedefleyen ekonomik temelli yapılanmalar hayata geçiriliyordu.

Dünyanın önemli bir bölümünü huzur ve barış iklimi sarmıştı. Francis Fukuyama, “daha iyisi olamaz” yaklaşımıyla bu dünya düzeni için başkaca arayışlara gerek olmadığını ilan ediyor ve “tarihin sonu” tezini işliyordu. Ancak bahse konu “rüya” çok uzun sürmedi. En başından itibaren Çin, demokratik ilkelerle mutabık değildi. Dış dünya ile liberal ekonomi esasında yürütülen ticaret, ona ihtiyacı olan sıçramayı sağlayabilecek birikim ve deneyimi sunuyordu. Ama attığı her adım, devletçi bir otoritenin kurmay aklıyla, planlı ekonomi esaslarıydı. Ucuz emek, zengin hammadde kaynakları, yabancı sermayeye güven veren hesaplı ve sabırlı tutum... Süreç içerisinde, Batı’dan beslenerek onları bir “uyanmakta olan dev” hâline getirdi.
Oyunu kurallarına uygun oynarken stratejik aklı bir an bile gevşetmediler.

Ülkelerinde oluşturdukları serbest bölgeler adeta kapitalist cennetlere dönüştürülmüştü.
Bu arada demokratik kampın lideri ABD, senyorajının nimetlerini aşırı kullanarak dev dış ticaret ve bütçe açıkları veriyor, “dünya jandarması” rolünün finansmanı ile birlikte, bu kümüle yük, ülke refahını aşağı çekiyordu.

Avrupa’ya gelince; o zaten yorgun bir kıtaydı. Nüfusu yaşlanıyor, refahın getirdiği alışkanlıklar dinamizmi köreltiyor ve kan kaybı bir türlü önlenemiyordu. Özetle, Batı dünyası için bir şeylerin ters gittiği aşikârdı. Çin; genç, dinamik, disiplinli ve iştahlı hâlleriyle, dünyanın bir numarası olma yolunda durdurulamaz bir silindir gibiydi. Bu yeni gerçeklik haliyle “tarihin sonu” tezini sorgulatır oldu. Düpedüz otoriter bir rejim olan Çin, farklı parametrelerle zenginlik ve gücün temsilcisi olmaya başlamıştı. Refah sağlayan yöntem Çin’in “otokratik kapitalizmi” ise, kendileri neden “demokrasi ve liberal ekonomi” söylemleriyle zemin kaybetmeye müsaade edeceklerdi?

Bu sorgu, Avrupa ve ABD’de kendi menfaatlerini ön plana alan ulusalcı eğilimlerin filizlenmesine sebep olmaya başladı. Trump daha ilk döneminde “Make America Great Again (MAGA)” mottosunu ilan etmişti. İkinci döneminde, gümrük vergileri yükseltilerek, “stratejik otonomisi”ni uygulamaya başladı. İngiltere zaten “Brexit” yaparak kendini AB’ye mesafelendirmişti. Avrupa Birliği projesi heyecanını kaybediyordu.
İtalya, Macaristan, Fransa ve Avusturya başta olmak üzere milliyetçi partiler güç kazanır olmuşlardı. An itibariyle dünya ekonomisi “daraltıcı politikalarla” belirsizlik yaşar halde.
Hemen tüm Batılı devletler, içte ve dışta insan haklarına duyarsız hâle geliyorlar.
Bu içe kapanma süreci ve diyalog eksikliği, gergin bir dünyanın taşlarını döşüyor.
Neticede esasında, huzur düşmanı bir iklim oluşuyor ve artan ölçüde bir “öngörülmezlik” ürüyor.

Demokratik değerlerde “ters dalga” yaşanırken, Çin modeline öykünür hale geliniyor.
 “Güçlü liderler”, insanlığa yönelik genel yararı bir kenara koyup, dar ve bencil tasavvurlarını uygulama çabasına giriyorlar. Her devletin evrensel değerlere bağlılığını esnetmesi ve kendi başına buyruk bir politik tutuma girmesi, bu gezegen için potansiyel bir sıkıntıdır.
Çin sadece kendisine yarayan bu düzenin sürdürülür olmadığının farkında. Oluşturdukları cari fazlaları ABD tahvillerine bağlamaktan vazgeçiyorlar, “altın”a yönlendiriyor, özellikle Afrika'ya, ucuz ham madde karşılığında, o kıtayı imar ederek, limanlar, demiryolları inşa ediyorlar.
Eş zamanlı Çin-Rusya yakınlaşması gözleniyor.

Rusya-Ukrayna Savaşı Avrupa’ya Rusya’dan petrol tedariğinde sıkıntı yaşatıyor.
ABD kaya petrolünü tankerlerle Avrupa'ya hayli yüksek fiyatlarla satarak, durumdan istifade ediyor. Rusya petrolünü Çin’e yönlendiriyor.  Ancak stratejik biçimde ucuz fiyatlama yapmayı tercih ediyor.  Her iki devlet dayanışma oluşturuyor.  Çin, başta Twain olmak üzere, kendi mücavirinden ABD’yi enterne etmek istiyor; Rusya bu sayede Ukrayna konusunda Çin'den olumsuz bir tepkiyi önlüyor.

ABD Çin'e yüksek gümrük uygularken bu defa ülke içinde tedarik sıkıntıları yaşıyor, bu durumun Amerikan tüketicisini mutsuz ediyor. Bir yandan jandarma rolünden vazgeçmiyor, İran'a bomba atarken, Brics ülkelerine dolaylı gözdağı veriyor. Bu esnada Türkiye çoklu denge içinde, ABD ile ilişkilerini sıcak tutmaya çalışırken, Rusya'yı da asla ihmal etmiyor, ancak İran-İsrail savaşının kendi ülke bütünlüğüne yönelik potansiyel tehlikelerine önlem alarak, ülke içindeki Kürtlerle yeni bir sahife açmaya çalışıyor. Irak ve Suriye politikalarını da bu esas üzerinden yürütüyor.

Özetle, “stratejik otonomi” böyle bir şey. Her devletin öncelikleri ve kendi gerçeği farklı.
Bir anlamda Dünya; “gücü gücüne yetene”, bir çekişme ortamı içinde. TÜSİAD’ın son Yüksek İstişare Toplantısı’nda başkanların kısaca üzerinden geçtikleri “stratejik otonomi” bu durumlara işaret ediyordu. Evrensel değerlere mesafelenme, otokrasiyi, otokrasi de keyfi taleplerle otonomiyi tetikliyor. Bu eğilimler “stratejik” ön başlığı ile ambalajlanıyor. Bu anlayışlardan pek hayırlı sonuçlar çıkacağa benzemiyor.