Son yıllarda; çeteler arası silahlı çatışma, suikast, baskın, pusu, cinayet, yaralama haberleri manşetlerden düşmüyor. Hemen her gün yeni bir olaya tanık oluyoruz. Bu olaylarda çoğunda; nereden nasıl temin edildiği belli olmayan otomatik tabancalar, uzun namlulu otomatik silahlar, hatta el bombaları kullanılıyor. Failler arasında 18 yaşın altındaki çocuklar var. Bazı kentlerimizde sokaklar adeta savaş alanına dönmek üzere ve böyle bir ortamda “Terörsüz Türkiye” konuşuluyor… Kadın cinayetleri, alacak-verecek çatışmaları, soygun ve gasp maksadıyla işlenen cinayetler, işyeri baskınları vb. bir tarafa, son bir haftada gerçekleşen iki olay güvenlik endişelerimizi katlayacak nitelikte.
6 Ekim’de, Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı Sinan Ateş suikastının kilit isimlerinden olduğu söylenen Avukat Serdar Öktem, İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birinde, otomobilinin içinde uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Saldırıda uzun namlulu otomatik silahlar kullanıldı. 13 şüpheli göz altına alındı. Bunlardan ikisinin yaşları 18’den küçük. Olayın siyasi yönü olduğuyla ilgili çok ciddi iddialar ortaya atılıyor. Aynı siyasi ideolojiye sahip taraflar arasındaki kutuplaşmalara ve karşılıklı atışmalara bakıldığında bunun bir iç hesaplaşma olduğu kanaati ağırlık kazanıyor. Bu hesaplaşmanın gerçek nedeni henüz belli değil. Ancak kutuplaşma bu aşamaya gelmişse hiç de yabana atılmayacak bir nedeni olmalı.
Serdar Öktem cinayetinde ilk resmi değerlendirme “bir organize suç örgütünün Öktem’e duyduğu husumet” şeklinde. Sonradan “bu suç örgütünün taşeron olup olmadığı konusunun da araştırıldığı” açıklaması yapıldı. Ancak ilerleyen zamanda basında bütün dikkatlerin “mafya türü bir suç örgütüne” “mafyanın Serdar Öktem’le anlaşmazlığına” yönlendirilmekte olduğu, olayın siyasi yönü olduğu iddialarına rağmen bu iddiaların üzerine gidilmediği dikkat çekiyor. Ya da olayın siyasi yönü kamuoyuyla paylaşılmaktan kaçınılıyor gibi bir görüntü var.
Eğer bu olayın nedeni siyaset içi bir hesaplaşma ise ve bu hesaplaşmada mafya çeteleri ile taşeronluk ilişkisi kurulmuşsa ya da mafya çeteleri siyasi alana müdahale edebilecek seviyeye gelmişse halkımızın güvenliği, ülkemizin geleceği çok büyük tehdit altında demektir.
Serdar Öktem suikastının dumanı tüterken, bir gün sonra, 7 Ekim’de yine kan dondurucu nitelikte bir başka cinayetin haberiyle sarsıldık. Radikal İslamcı terör örgütü IŞİD taraftarı olduğu söylenen 14 kişilik bir aile; 21 Eylül’de, Ankara’dan Mersin’e gitmek için bir minibüs kiralıyorlar. Ankara çıkışında minibüs şoförünü öldürüyorlar, şoförün cesedi ile birlikte Mersin’e kadar seyahat ediyorlar. Cesedi, Mersin’in Tarsus ilçesinde ormanlık alana gömdükten sonra yollarına devam ediyorlar. Hatay üzerinden Suriye’ye geçiyorlar. Gasp ettikleri araçla, toplam yaklaşık 850 kilometrelik seyahatleri boyunca hiçbir engelle karşılaşmadan Suriye’nin İdlib bölgesine ulaşıyorlar. Aile Fransa’dan gelmiş. Bir süre Gaziantep’te kendilerine tahsis edilen bir konteynerde barınmışlar. Burada 12-13 yaşlarındaki özürlü çocukları hayatını kaybetmiş. Çocuğu; sessiz sedasız, hiçbir resmi işlem yapmadan bir türbeye gömmüşler. Ardından Ankara’ya taşınmışlar ve yıllarca Ankara’da yaşamışlar.
İşledikleri cinayet ortaya çıkınca; IŞİD taraftarı, radikal İslamcı görüşe sahip bir aile oldukları da ortaya çıktı. Bazı haberlerde Suriyeli oldukları, mülteci olarak Türkiye’ye geldikleri söylendi.
Bu iddialar üzerine İçişleri Bakanlığı derhal bir açıklama yaparak “ailenin Suriyeli değil, doğuştan Türk vatandaşı olduğunu” duyurdu. Ancak; ailenin IŞİD bağlantısı, Fransa’dan ne maksatla geldikleri, Türkiye’de 2,5 yıl boyunca nasıl yaşadıkları, neyle geçindikleri, kimlerden destek gördükleri, kimlerle ilişki kurdukları, ne maksatla Suriye’ye geçtikleri, nasıl olup da gasp edilmiş bir araçla hiç dikkat çekmeden 850 kilometre yol gidebildikleri, nasıl olup da Türkiye-Suriye arasında bu derece rahat seyahat edebildikleri soruları ise cevapsız kaldı.
IŞİD 12 yıl önce kuruldu. Bunca yıldır başta Irak ve Suriye olmak üzere bölge ülkelerinde faaliyet gösteriyor. Ülkemizde iktidarın mülteci politikasına, yabancı uyruklulara vatandaşlık verilmesi uygulamasına bakıldığında bu ortamdan yararlanmaları ve Türkiye’de de yuvalanmış, tarikat ve cemaatlerle bağlantı kurmuş, tarikat ve cemaatlerin güdümündeki vatandaşlarımızı etkilemiş ve kullanmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir durumda; Fransa’dan gelerek 2,5 yılını Türkiye’de geçiren, kılık kıyafetiyle, yaşam tarzıyla, sosyal ilişkileriyle ben buradayım diye bağıran bir ailenin ilişkilerinin ve kimlere hizmet ettiğinin gerektiği şekilde araştırılmaması çok büyük bir zafiyettir. Eğer bu şekilde ülkemizde barınmasına izin verilen şahıslar halen varsa -ki bu uygulama ortamında kuvvetle muhtemeldir- bu çok daha büyük bir zafiyettir.
Çeteler sokak ortasında cinayetler işlerken, radikal İslamcı terör örgütleri ellerini kollarını sallayarak Türkiye-Suriye arasında gidip gelirken ve bu seyahatlerinde sıkıntı yaratan vatandaşlarımızı ortadan kaldırırken; sorumlu makamların bunlarla ilgili önleyici tedbirler almak yerine başka konulara öncelik verdikleri dikkat çekmektedir. Öncelik verilen konuların başında da “cumhurbaşkanına hakaret” “cumhurbaşkanını tehdit” ve “halkı kin ve düşmanlığa teşvik” iddiasıyla suçlanan gazetecileri, emekli askerleri, siyasi rakiplerini, kendilerinden ayrılan siyasetçileri yakalayıp cezalandırmak vardır. Ülkemizde asayişi ve vatandaşlarımızın güvenliğini bu şekilde tesis etmek mümkün değildir. Gelişmeler tehdit edici niteliktedir ve bu tehdit gittikçe büyümektedir. Bu tür tehditler başlangıçta bertaraf edilmediği taktirde tehdit odakları ülkemizde kök salacak, mücadele her geçen gün daha da zorlaşacaktır. Bu tehditlere dikkat çekmek ve mücadele edilmesini talep etmek her vatandaşımızın öncelikli görevi olmalıdır.
Ülkemizde güvenlik ve asayiş zafiyeti mi var?
Ülkemizde güvenlik ve asayiş zafiyeti mi var?
Paylaş: