Bir ülkede iktidarı gerçekten kim elinde tutar? Sandıktan çıkan siyasal güç mü, yoksa insanların neye inanacağını, neyi beğeneceğini, hangi müziği dinleyip hangi diziyi seyredeceğini belirleyen kültürel ortam mı?
Bu sorunun yanıtı, 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ tartışılıyor. “Kültürel iktidar” kavramı son yıllarda siyasetin dilinde sıkça yer bulsa da özünde çok daha derin bir meseleyi işaret eder: Toplumsal rızanın üretimi.
Antonio Gramsci, 1930’larda hapisteyken kaleme aldığı defterlerinde, iktidarın zorla değil, “rıza” yoluyla da sürdürüldüğünü söyler. Bir rejimin kalıcılığı, sadece yasalarla değil, insanların zihin dünyasında kurduğu hegemonya ile mümkündür. İşte bu hegemonya, yani kültürel iktidar, her toplumun en sessiz ama en etkili alanıdır.
Türkiye’de kültürel iktidar mücadelesi, modernleşmenin doğasıyla iç içe geçmiştir.1920’lerde Cumhuriyet kadroları, yeni bir ulus kimliği yaratmak için kültürü devlet politikası haline getirdi.
Halkevleri açıldı, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kuruldu, klasik müzik konserleri, tiyatrolar, köy enstitüleri birer “medeniyet vitrini” olarak işlev gördü. Amaç, “çağdaş” bir toplum yaratmaktı. Fakat bu kültür politikası, geniş halk kesimleriyle her zaman tam bir bağ kuramadı. Köydeki insan, devletin tanımladığı “kültür” ile kendi geleneksel dünyası arasında çoğu zaman mesafe hissetti...
Bu dönemin kültürel iktidarı, şehirli, seküler ve Batılı değerlere yaslanıyordu. Bir anlamda “devletin kültürü” ile “halkın kültürü” arasında görünmez bir fay hattı oluştu. Bu fay hattı, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin bütün kültürel tartışmalarının arka planında kaldı. 1980 darbesi sonrasında Türkiye, serbest piyasa ekonomisine ve medya çağının yeni dinamiklerine girdi.
TRT tekelinin kalkmasıyla birlikte özel televizyonlar, müzik şirketleri ve magazin basını yepyeni bir kültür evreni kurdu. Arabesk müzik, bir zamanlar “kırsal kitlelerin isyanı” olarak görülürken, artık ana akım haline geldi. Orhan Gencebay, Müslüm Gürses gibi isimler, Devletin, kentli entelektüellerin küçümsediği bir duygusal dünyanın temsilcileriydi. 1990’larda kültür, ideolojiden çok tüketime dayanmaya başladı.
Pop müzik (Tarkan, Sertab Erener, Kenan), özel televizyon dizileri (Avrupa Yakası, Süper Baba, İkinci Bahar), reklamlarda Batılı yaşam tarzları ve tüketim imajları öne çıktı. Siyasi kutuplaşma azalmış gibi görünse de kültürel kutuplaşma derinleşti: Bir yanda Nişantaşı kafeleri, diğer yanda taşra düğünleri — iki Türkiye’nin aynı anda yaşadığı bir kültürel çoğulluk dönemi başladı.
2000’li yıllarda muhafazakâr siyasal iktidar, yalnızca ekonomik ve siyasal alanı değil, kültürel alanı da dönüştürme iddiasıyla yola çıktı. Amaç, “yerli ve milli kültür” kavramını yeniden tanımlamaktı. Devlet tiyatrolarından dizilere, sanat fonlarından müfredata kadar kültürel alanlarda “yerli kimliğin” güçlendirilmesi hedeflendi.
Bu dönemde kentlilerin seyrettiği muhteşem Süleyman’a karşın devletin fonladığı Diriliş Ertuğrul, Payitaht Abdülhamid, gibi dizilerle kendi kimliklerini tarihle birleştiren bir anlatım denendiyse de tutmadı... YouTube ve sosyal medya, bağımsız içerik üretimini artırarak kültürel merkeziyetçiliği kırdı. Bir anlamda, siyasal iktidarın “tek sesli kültür” ideali, dijital çağın çoğulculuğu karşısında sınırlı kaldı.
Kültürel İktidar niye ele geçirilemiyor? Çünkü kültür, siyasetten farklı kurallara tabidir. Bir yasa çıkararak, bir seçim kazanarak kültürel iktidarı “elde etmek” mümkün değildir. Kültürel hegemonya, gönüllü katılımla, zamanla ve üretimle kurulur. Bir film, bir şarkı, bir karikatür, bir mizah dili ya da bir moda akımı — bunlar hiçbir siyasi otoritenin tam kontrolüne giremez.
Kültürel sermaye dediğimiz şey, eğitim, dil, zevk, estetik tercih gibi görünmez araçlarla kuşaktan kuşağa aktarılır. Türkiye’de bu sermaye, uzun yıllar boyunca şehirli, seküler ve eğitimli sınıfların elindeydi. Bugün muhafazakâr orta sınıflar ekonomik olarak güçlenmiş olsa da kültürel prestij alanında hâlâ bu “eski merkezle” rekabet halindedir.
Sinema: Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler uluslararası başarı kazanırken, popüler sinema “Recep İvedik” serisiyle milyonlara ulaşabiliyor. Aynı ülke içinde iki farklı estetik dünya yan yana yaşıyor Netflix yapımları ile TRT dizileri arasında izleyici rekabeti, kültürel kutuplaşmanın yansıması. Bu örnekler kültürel iktidarın aslında paralel dünyalar şeklinde geliştiğini gösteriyor: herkes kendi “kültürel evreninde” yaşıyor.
Kültür, doğası gereği organiktir. Dizi film piyasasına Hakim Ayşe Barım’ın hapse atılması, haber ve yorumda zirve yapan Fatih Altaylı’nın hapse atılması, şafak vakti sanatçılarının evlerini basmak, konserlerini iptal ettirmek beyhude çabalardır.
Kültür ne tamamen yukarıdan inşa edilebilir, ne korku ile bastırılabilir. Bir toplumun dilinde, mizahında, müziğinde, yemeklerinde, jestlerinde yaşar. Bu yüzden kültür, iktidar değişimlerine direnç gösterir. Bir toplumun “kendini anlatma biçimi” olduğu için, dayatmalar karşısında savunma refleksi geliştirir.
Bugün Türkiye’de kültürel iktidar mücadelesi, aslında temsil alanlarının mücadelesidir: Kimin hikâyesi anlatılıyor, kimin sesi duyuluyor, kim görünmez kalıyor?
Gerçek kültürel dönüşüm, bu görünmez hikâyelerin görünür olmasıyla mümkündür. Belki de Türkiye’nin ihtiyacı, bir tarafın kültürel iktidarı “ele geçirmesi” değil, farklı kültürel kodların yan yana var olabildiği bir çoğulcu kamusal alan kurmaktır.
Bu, sadece sanatla değil, eğitimle, medya politikalarıyla ve diyalogla mümkündür. Kültür ancak paylaşıldığında zenginleşir, ideolojik rekabetle değil. Siyaset her dört-beş yılda bir kazanır ya da kaybeder. Ama kültür, kuşaklar boyunca direnmeye devam eder. Ve sonunda, toplumu şekillendiren hep o “sessiz iktidar” olur: kültürün kendisi.
Siyaset kazanır, kültür direnir
Siyaset kazanır, kültür direnir
Paylaş: