.
Ekonomik Göstergeler
Dolar
29.84 ₺
Euro
32.45 ₺
GBP
1.124 ₺
JPY
7.842
Ana Sayfa
Gündem
Spor
Köşe Yazıları
Podcast

Renkli ve kadim bir coğrafyada yaşarken

Okuma Süresi: 2 Dakika
Toplam Okunma: hesaplanıyor...
Renkli ve kadim bir coğrafyada yaşarken
Renkli ve kadim bir coğrafyada yaşarken
Paylaş:
Toz bulutu ağır ağır inerken geriye dönüp baktığınızda, bir asrı aşan tarihimizin ezberlerini sorgulamamak mümkün değil. Cumhuriyet’in 102. yılını kutladığımız şu günlerde, artık daha berrak görüyoruz ki, Osmanlı’nın son döneminden devralınan zihniyet, farklı bir ambalajla Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüş.
Osmanlı’nın ümmetçi ve ittihatçı yapısı ile Cumhuriyet’in ulusalcı karakteri, görünüşte birbirine zıt gibi dursa da, aslında aynı zeminde buluşuyor: Müslüman kimliğin korumacı ayrıcalığı. Her iki anlayış da Batı’yı bir aydınlanma fırsatı olarak değil, varoluşsal bir tehdit olarak algıladı. Batı onlar için yalnızca bir coğrafya değildi; gayrimüslimlerle mesafeyi artırmanın bahanesiydi.
19. yüzyılın sonunda imparatorluğun kadim halklarıyla birlikte çok kültürlü bir gelecek kurulabilirdi. Fakat tercih edilen yol başka oldu. Gayrimüslimlerin ekonomik ve kültürel canlılığı karşısında duyulan eziklik, mallarına el koyma hırsıyla birleşti. Sonuç: Ermeni’den Rum’a, Süryani’den Yahudi’ye, hatta Alevi’ye kadar milyonlar, ya göçe zorlandı, ya hayatlarını kaybetti, ya da kimliklerini gizleyerek yaşamaya mahkûm edildi.
Bu homojenleştirme politikası İttihat Terakki ile başladı, Cumhuriyet’te hız kesmedi. Kurtuluş Savaşı, bağımsızlık mücadelesi olmanın ötesine geçip İzmir’deki Rumların tasfiyesine dönüştü. Ardından “mübadele” adı verilen ve binlerce yıllık kökleri yerinden söken büyük bir trajedi yaşandı. 1915’lerle başlayan süreç, bir imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı; geriye yalnız, yoksul ve Müslüman bir ülke kaldı.
Oysa Cumhuriyet farklı bir yol seçebilirdi. Çok kültürlü bir toplumsal yapı üzerine yeni bir gelecek inşa etmek mümkündü. Bunun yerine aynı zihniyet sürdürüldü. Kapılar Batı’ya kapandı, farklı kimliklere set çekildi. Bugün hâlâ konuştuğumuz Avrupa Birliği üyeliği hayalinin aslında 1922’de bittiğini görmek gerekiyor.
Peki, gayrimüslimlerden arındırılmış bir Cumhuriyet refah getirdi mi? Aradan geçen yüz yılı aşkın sürede ortaya çıkan tablo çok net: Ekonomi, kültür, eğitim, sağlık, şehircilik, yaşam kalitesi… Hangi parametreye bakarsanız bakın, Türkiye dünya sıralamalarında alt basamaklarda. İnsan hakları karnesi ise hep aynı sorunların gölgesinde kaldı. İktidarlar değişse de, baskıcı ve sindirici zihniyet hiç değişmedi.
Bugün hâlâ farklı kimliklere yasakçı bir tutum dayatılıyor. Kürt, Çerkez, Boşnak, Arnavut, Pomak, Arap, Alevi… Aslında çoğu Müslüman olan bu toplulukların dilleri, kültürleri yok sayılıyor. 19. yüzyılın sonlarından itibaren özgüvensizlikle beslenen bu zihniyet, hamasetle örtülüyor, fiyasko ise halka dayatılmaya devam ediyor.
Özetle, İttihat Terakki’den Cumhuriyet’e uzanan çizgide Türklük ve sünni inanç, farklı varyasyonlarıyla bir bayrak haline getirildi. Ama geride koskoca bir kayıp var. Yüzyılı aşan süreçte bu toprakların renkleri bir bir soldu. Anadolu’nun kadim halklarının sesleri susturuldu. Biz ise bu homojenleştirilmiş çoraklıkta, hâlâ demokrasi, hâlâ özgürlük, hâlâ refah arıyoruz.
Bugün kendimize şu soruyu sormanın zamanı: Yüz yılı aşkın bir süreçte biz neyi kaybettik? Ne pahasına tek tipleştik? Hangi değerleri, hangi kültürleri, hangi insan hikâyelerini yitirdik?
Ahmet Kaya’nın dizeleriyle bitirelim:
“Uçurtmam tellere takıldı anne, hani benim Anadolum nerede?”