İmparatorluklar çağının sona erdiği, mikro milliyetçilik akımlarının ulus devletleri yeşerttiği bir dönemde, Türkiye Cumhuriyeti adeta son anda bu kervana genç bir cumhuriyet olarak katıldı.
Tarihler 29 Ekim 1923’ü gösteriyordu ve o dönemin ruhu çok kültürlü bir yapıyı korumaya pek elverişli değildi. Çeşitli dinler ve etnisiteler bir anlamda örtü altına alınarak Türk kimliği üzerinden, Diyanet denetimindeki Sünni bir devlet inşa edildi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı ve vizyoner liderliğiyle, morali bozuk ve yoksul bir halktan Batı değerlerine yönelen modern bir toplum yaratılmaya çalışıldı. İdeoloji hayatın her alanında belirleyici oldu, kültürel politikalar ve karma ekonomik modellerle yeni bir heyecan yaratıldı. Ancak Atatürk’ün vefatından sonra, tek parti dönemi aynı anlayışla sürdürülemedi ve dış etkenlerin de etkisiyle çok partili hayata geçildi. Bu, Türkiye’nin alışık olmadığı, demokrasiyi yeni yeni tanıdığı bir deneyimdi ve 1950’lerden itibaren sık sık askeri darbelerle kesintiye uğradı.
2000’li yıllardan itibaren Kemalist ideolojinin tasfiye edilmesiyle birlikte, bu kez de Batı tipi demokrasiye mesafeli yeni bir yönetim anlayışı ortaya çıktı. Sonuçta demokrasi kalitesi tam anlamıyla kurumsallaşamadı ve ülke, farklı türde bir sivil vesayetle yönetilen bir paradigmaya evrildi. Bugün cumhuriyetin 102. yılını kutlarken, demokrasi, ekonomik refah, kültür, sanat ve hukukun üstünlüğü gibi pek çok alanda dünya sıralamasında gerilerdeyiz. Yine de tüm bu gerçeklerin ışığında cumhuriyetimizin yıl dönümünü kutluyor ve belki de her zaman yaptığımız gibi bir parça hamasete sığınıyoruz.
Hüzün öyküsü
Hüzün öyküsü
Paylaş: