Son dönemlerde kimin haklı kimin haksız olduğuna dair tartışmaların arttığını görüyoruz. Her gün televizyonlarda ya da sosyal medyada çeşitli vesilelerle bu tür tartışmalara maruz kalıyoruz. Konu bazen spor oluyor, bazen siyaset, bazen yaşam tarzı, bazen de sağlık…. Zaman zaman tartışmalardaki haklı çıkma çabası, savunulan şeyin önüne geçiyor. Hatta insana neyin savunulduğunu bile unutturabiliyor. Bu aşırı odaklanma, bırakın dinleyiciyi, tartışmacıyı bile konudan koparıyor. Hepimizin “ben demiştim” söylemini ortaya koyduğu zamanlar olmuştur. Bu söyleme eşlik eden duygular duruma göre değişir. Eğer yaşananlar kimsenin başına büyük dertler açmadıysa, haklı çıkmaktan gurur duyulması söz konusu olabilir. Başkalarının derdinden etkilenme düzeyi kişiden kişiye çok değiştiği için, görülen zarara rağmen haklı çıkmaktan mutluluk duyanlar da olabilir. Haklı çıkma arzusunun temelinde, kişinin kendi değerini onaylatma ihtiyacı varsa, bunun farkına varması için epey yol kat etmesi ve neden buna ihtiyacı olduğuyla yüzleşmesi gerekir. Eğer bu arzunun temelinde, üstünlük hissinden alınan keyif varsa, muhtemelen başkalarını etkilemek onu besleyen araçlarından biri olmuştur ve bununla başa çıkmak oldukça zordur. Haklı çıkmanın hizmet ettiği bir nokta daha vardır ki; aslında bu, en hassas yönlerimizden birine işaret eder. İnsanlar, düşünce sistemleriyle çelişen bir durumu kabul etmekte zorlanırlar. Çünkü bu çelişki, zihinsel bir kaosa yol açabilir. Haklı olmak "dünya benim düşündüğüm gibi işliyor" hissini güçlendirir ve zihinsel düzeni korur. Bunu sarsmamak, kişiye bir tür kontrol hissi verir. Ama şunu unutmamak gerekir; eğer zihinsel düzen sadece ‘haklı çıkmakla’ korunur hale gelmişse, gerçekçilikten kopmak kaçınılmazdır. İnsanlar, inançları ve beklentileriyle uyumlu bilgiyi seçerek algılarlar. Uyumlu olmayan bilgiyi görmezden gelme ya da reddetme eğilimindedirler. Örneğin, herkes kendi görüşüyle uyumlu televizyon kanallarını izlerse, kimse uyumsuz bir bilgiyle karşılaşma riskini almaz. Böylece, bilgiyi seçerek algılamaya da gerek kalmaz. Bütün bilgiler uyumludur, herkes kendini haklı hisseder. Genel olarak, haklı çıkmaya mı daha fazla önem atfedilir, yoksa gerçekçi bir durum tespiti yapmaya mı? Diyelim ki, çok sayıda kişinin zarar gördüğü bir trafik kazası meydana geldi. Kazaya kimin sebebiyet verdiğine dair somut bir delil bulunamadı. Somut olmayan verilerle, zarar veren de zarar gören de yoğun bir haklı çıkma çabası içine girdi. Böyle bir durumda ‘gerçekçi’ durum tespiti nasıl yapılabilir? Somut veriler yoksa (ya da dikkate alınmıyorsa), gerçekçi kalmanın ön koşulu zarar görenden ya da zarar verenden yana olmamaktır. Gerçekçi durum tespitinin önündeki en büyük engel yanlılıktır. Peki, yanlılık bertaraf edilebilir mi? Ne yazık ki bu her zaman kolay olmaz. Üstelik insan bazen kendi yanlılığını fark etmez. Böyle bir durumda gerçekçilik, uzak bir ihtimal olarak kalır. Haklı çıkmaya atfedilen önemin ardında, kişinin haklı olmakla güçlü olmayı birbirine karıştırması yatıyor olabilir. Eğer durum böyleyse, yapılması gereken sadece şunu anlamaktan ibarettir: İnsan haklı olup güçsüz olabileceği gibi güçlü olup haksız da olabilir. Eğer birisi haklı çıktığında ‘üstün’ hissetmezse, muhtemelen haksız çıktığında da ‘altta kalmış’ hissetmez. İnsanlar gerçekçi bir durum tespiti yapmakla ‘içtenlikle’ ilgilenirlerse, haklı-haksız tartışmaları kendiliğinden önemsizleşir.