Türkiye uzun zamandır garip bir ruh haliyle yaşıyor. Artık ne doğru ne yanlış bilemiyoruz. Anlayacağınız tam bir bilinmezlerin içindeyiz. Ne tam bir felaketin içindeyiz ne de gerçekten güvendeyiz. Hep beklemedeyiz. Sanki hep bir şeyler olacakmış gibi, tetikte, eşikteyiz. Ama neyin eşiğinde olduğumuzu da tam olarak bilmiyoruz. Savaş mı, barış mı, ulus devletten ümmete dönüş mü? Büyük bir ekonomik çöküş mü, büyük bir çevre felaketi mi? Her ihtimal masada. İşte tam da bu yüzden artık hayatı “sürekli arife hâlinde” yaşıyoruz.
Eskiden “yarın” denilen şey umut demekti. Daha iyi bir iş, daha güvenli bir ülke, çocuklar için daha parlak bir gelecek… Bugün ise yarın kelimesi giderek daha fazla endişe çağrıştırıyor. İnsanlar artık plan yaparken bile temkinli: “Hele bir bu kışı atlatalım”, “Seçimden sonra bakarız”, “Piyasalar biraz sakinleşsin”, “Şu kriz geçsin…” Ama krizler geçmiyor. Sadece şekil değiştiriyor.
Belirsizlik artık istisna değil, yeni normalimiz oldu. Bu durumun bireysel hayatlarımızda yarattığı yorgunluk zaten ortada. Her sabah yeni bir kötü habere uyanma ihtimali, sürekli tetikte olma hâli, geleceği düşünmekten kaçınma refleksi… Ama asıl büyük mesele bunun içimizde yarattığı endişe, korku hali. Vatandaş üzerinde yarattığı tahribat.
Siyaset, özü itibarıyla vatandaşa geleceğine dair bir vaattir. “Bugün fedakârlık yap, yarın kazan.” “Şimdi sabret, sonra düzelecek.” "Enflasyon bitti bitiyor" Ne var ki bugün o “nurlu ufuklara" kimse eskisi gibi inanmıyor. Gençler için gelecek, bir vaatten çok bir risk alanına dönüşmüş durumda. İşsizlik, güvencesizlik, göç, savaş ihtimali, ifade özgürlüğü, iklim krizi… Artık umut değil, kaygı biriktiriyoruz.
İktidarlar bu belirsizlik ortamını sadece yönetmeye çalışmıyor; aynı zamanda bundan besleniyor da. Sürekli bir tehdit havası, toplumları güvenlik siyasetlerine razı ediyor. “Şimdi sırası değil”, “Önce beka”, “Eleştiri zamanı değil”, “Birlik olma zamanı”…Bu cümleleri son yıllarda ne kadar sık duyduğumuzu hepimiz biliyoruz. Olağanüstü hâller olağanlaşıyor, istisnai yetkiler kalıcılaşıyor.
Demokrasi en çok da bu noktada aşınıyor. Çünkü korku üzerine kurulan siyaset, tartışmayı boğar. Eleştiriyi bastırır. Farklı olanı tehdit gibi gösterir. Toplum böyle yönetildiğinde, insanlar zamanla tepkisizleşir. Her şeye alışılır: yüksek enflasyona, hukuksuzluğa, felaketlere, adaletsizliğe… Asıl tehlike de burada başlar. Şaşırma yetimizi kaybettiğimizde.
Bir de işin başka bir boyutu var: Toplumsal yorgunluk. Sürekli kriz hâli insanları tüketiyor. İnsanlar artık büyük haksızlıklar karşısında bile kısa süreli öfkelenip sonra susuyor. Tepki geliyor ama kalıcı olmuyor. Bu, görünürde iktidarlar için bir rahatlık gibi durabilir. Ama gerçekte, alttan alta biriken daha tehlikeli bir şey var: Kontrolsüz bir öfke.
Türkiye gibi ekonomik kırılganlığı yüksek, bölgesel riskleri fazla, iç gerilimi yoğun ülkelerde bu “sürekli arife hâli” çok daha derin yaşanıyor. Aynı anda hem geçim derdiyle boğuşuyoruz, hem deprem korkusuyla, hem dış politikadaki belirsizliklerle, hem de hukuka dair güvensizlikle. Bu kadar çok eşik aynı anda aşılmaya çalışılırken, toplumun ruh sağlığının sağlam kalmasını beklemek gerçekçi değil.
Peki çıkış var mı?
Belirsizlik çağında çözüm, belirsizliği yok etmek değil. Bu artık mümkün değil. Asıl mesele, belirsizliğin nasıl, kim tarafından ve kimin çıkarına yönetildiğini açık açık konuşabilmek. Krizler gizlenerek değil, şeffaflıkla yönetilir. Toplum karar süreçlerine dahil edilmeden değil, katılımla güçlendirilir. Gelecek ise korku diliyle değil, adalet ve güven duygusuyla yeniden umut hâline getirilebilir.
Aksi halde hep birlikte aynı cümleyi kurmaya devam edeceğiz:
“Bir şeyler olacak gibi…”
Ama ne olacağını bilmeden, sadece dost meclisinde konuşup bekleyerek.
Gelecek neden artık umut değil?
Gelecek neden artık umut değil?
Paylaş: