Siyasette ‘tek kale’ maç dönemi bitti mi?

Siyasetin gündemi parti genel başkanlarının buluşması. CHP lideri Özgür Özel, 31 Mart’tan aldığı güçle ‘oyun kurucu’ olarak sahneye çıktı.

31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerin ardından Türk siyasetinde gündem, parti genel başkanları arasında yapılan ve yapılacak görüşmeler olmaya başladı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bayramlaşma jesti ve sonrasında Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yüz yüze görüşmesi, uzun zamandır beklenen siyasette nezaket iklimini özlediğimizi hatırlattı. Normal bir ülke olsa, “iki siyasi parti genel başkanının görüşmesinden daha doğal ne olabilir ki” denilebilir. Konu gerilim ve kutuplaşmadan beslenen Türk siyaseti olunca hiçbir şey normal gelmiyor. Geçmiş örneklere bakıldığında “yumuşama” denilen bu görüşmelerin çok uzun ömürlü olmayacağını gösteriyor. Zira, benzer adımlar, 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında da atılmıştı. Dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Beştepe boykotu”nu bitirerek Erdoğan’ı ziyaret etmişti. İki liderin birlikte verdiği fotoğrafın milat olacağı söylenmişti.  7 Ağustos’taki Yenikapı Mitingi’nde de verilen “artık yeni bir Türkiye var” yumuşama havası 6 ay bile sürmedi. Kutuplaşma kaldığı yerden ve daha sert ifadelerle devam etti.

Yerel seçimlerin üzerinden geçen 5 haftanın son 3 haftasını Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel arasında yaşanan görüşmenin yankıları oluşturdu. Erdoğan ile Özel’in görüşmenin ayrıntıları ve beklentiler henüz tam olarak açıklığa kavuşmadı. İki sim arasındaki görüşmenin yankıları sürerken, sürpriz bir ziyaret daha gerçekleşti. Özgür Özel, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüştü. Görüşme sonrası iki lider açıklama yapmadı. Ancak Bahçeli görüşme öncesindeki grup toplantısında Özel’in daha önce Osman Kavala ile ilgili sözlerine ve Sinan Ateş cinayeti iddianamesi ile ilgili açıklamalarına sert tepki gösterdi. Cumhur İttifakı’nın iki ana partisi liderinin art arda yerel seçimlerden birinci parti çıkan ana muhalefet partisi genel başkanı ile görüşmesini siyasette “yumuşama” olarak görenler var. Görüşmeler, “Erdoğan, seçim yenilgisinin konuşulmasını önlemek ve zaman kazanmak” olarak da yorumlanıyor.

Tek kale maç dönemi bitti mi?

Tüm bu görüşmeler, 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde AKP’nin 2002 yılından bu yana ilk kez ülke genelinde CHP’nin ardından ikinci parti konumuna düşmesinin ardından gelmesi dikkat çekiyor. Zira, Erdoğan, Ağustos 2014’ten bu yana yürüttüğü görevinde ve çok ağır eleştiriler yönelttiği ana muhalefet partisi lideriyle ilk kez görüştü ve CHP Genel Başkanı Özel’i ziyaret edeceğini de açıkladı. Görüşme sonrasında siyasetçiler, gazeteciler ve siyaset bilimciler arasında olumlu ya da olumsuz yönde görüş belirtenler olduğu gibi, CHP için olası risklere dikkat çekenler ya da tarafların tutumlarının açık olmadığını ifade edenler de bulundu.

Siyaset bilimciler, “yumuşama” adımlarının Erdoğan tarafından atılmasını değişen “güç” dengesine bağlıyor. 31 Mart’a kadar, Türkiye’de gündemi Erdoğan belirliyordu. Erdoğan bugün büyük medya gücünü elinin altında tutmasına rağmen gündemi belirlemekte sıkıntı çekiyor. Ankara siyasetinde ‘tek kale maç dönemi bitti’ diyenler var. Özgür Özel, 31 Mart’tan aldığı güçlü ‘oyun kurucu’ olarak sahneye çıktığını, siyasette hamle üstünlüğünü ele aldığını ve Erdoğan’ın karşısında ‘güçlü bir rakip’ olduğunu savuruyorlar.

Yumuşamadan taraflar ne anlıyor?

Bazı siyaset bilimciler Erdoğan’ın “yumuşama” mesajını daha çok muhalefete verdiğini ve kendisinin yumuşamaya niyeti olmadığını savunurken, diğer taraftan erken bir seçim olmaması halinde 2028’e kadar geçecek sürede başta ekonomi olmak üzere çeşitli sorunları aşmak için iktidarın da yumuşamaya ve daha sakin bir siyasete ihtiyacı olduğu yorumları da yapıldı.

Son günlerde yaşanan “yumuşama” tartışmalarına ilişkin olarak Özel, 1 Mayıs’ta Taksim’in yasak olmasını, ODTÜ stadında öğrencilere izin verilmemesini hatırlatarak, “Ne yumuşamasından bahsediliyor?” dedi. Özel, “Anayasa Mahkemesi kararına rağmen arkadaşlarımız Gezi’den içeride yatıyorsa kimse normalleşmeden bahsetmesin” diye konuştu.

CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise görüşme öncesinde X hesabından “Saray ile müzakere değil mücadele edilir” derken, görüşme sonrasında da T24 haber sitesinde kaleme aldığı yazıda “Külliye denince akla ne geldiğini” 10 madde halinde sıralayarak, “Hiç kimsenin bu anlayışa yani saraya meşruiyet kazandırma hakkı yoktur” ifadesini kullandı.

Bazı yorumculara göre ise Erdoğan, Özel’i ön plana çıkartarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş gibi iki olası cumhurbaşkanı adayını geri plana atmak ve CHP içinde 14 Mayıs öncesi Millet İttifakı içindekine benzer bir yeni tartışma başlatmayı hedefliyor.

“Erdoğan’ın CHP içinde karışıklık planı olduğu şeklindeki” yorumlara dair bir soruyu Özel, “Kayıt dışı siyasete karşıyız. Her şeyi gözlerinizin önünde yapıyoruz, açıklıyoruz, çalışıyoruz. Hiç kimse korkmasın. CHP’yi topuyla, tüfeğiyle, tankıyla darbeciler karıştıramadı… Özgüvensiz tartışmalarla kimse kimseyi meşgul etmesin. İşimiz var daha iktidar olacağız” sözleriyle yanıtladı.

Görüşmenin ardından beklenen en önemli gelişme Erdoğan’ın CHP’ye ziyareti olacak.

*********

“Siyasette ‘Yumuşama’ değişim mi taktiksel mi?”

Hüsnü Erkan (Sosyal Bilimci /Prof. Dr.) – Yerel seçimler sonrası partiler arası görüşme trafiği ile Türk siyasetinde yumuşama tartışmaları gündeme oturdu. Gönül ister ki, Türk siyaseti uzun yıllardan beri sürdürdüğü gerilim ve kutuplaşma modunu geride bırakıp; topluma hizmet için proje üren bir yarışla, toplumsal refahı arttırmaya yönelsin. Ne var ki bizim gönlümüzden geçen, ülkemiz siyasetini yönetenlerin stratejik tercihlerinin oturduğu dinamiklerle hiç örtüşmedi. Zira hükümet ortakları yıllardır, kendi dışındaki partileri günah keçisi olarak gösteren algı yönetimine dayalı bir süreç üzerinden, kendi tabanlarında dayanışma yaratarak iktidarını sürdürdü. Ancak akıl, bilim ve gerçeklikten uzak bu tutum, toplumsal krizler ve toplumsal çürümeye yol açtı. Krizlerin kontrol edilemez boyuta ulaşması ile algı yönetimi ve yandaşlık uygulamalarının gerçeklerden uzaklığını nihayet kendi yaşantısında, derin bir hançer yarası gibi hisseden vatandaş, son seçimde hesabı kesti ve muhalefeti ödüllendirdi. Bu sonuç, İktidar ortaklarının mutlak iktidarını köklü biçimde sarsabileceği endişesi ile yeni durumdan sonuç çıkarmaya yönlendirdi. Toplum, kavga ve kutuplaşma yerine, çözüm bekliyordu. Çözüm de en azından bu kutuplaşa ve çatışma görüntüsü yerine, partiler arası bir yumuşama ve görüşme trafiğinden geçmek zorunda idi ve bu süreç başlatıldı. Şimdi asıl soru şu: İktidar ortaklarının bu tutumu, stratejik düzeyde köklü bir değişim mi; yoksa taktik uygulamadan mı ibaret kalacak. Benim kişisel kanım, bu girişimin taktik uygulamalarla, zaman ve fırsat kollamaktan yana olduğu yönünde. Zira köklü bir strateji değişikliği için, bu iktidara yön veren ana vizyonda bir değişim gerekir. Zira ana vizyon değişimi, izlenecek sürecin ana misyon ve stratejisini yeniler. Oysa bu yönde en ufak bir belirti görülmüyor. Bu iktidarın ana vizyonu geleneksel muhafazakarlık temelli bir politik tercihle, Türk toplumunu kültür değerlerinin merkezine Siyasi İslam’ı yerleştirme olarak şekillenmiş bulunuyor. Bu yöndeki uygulamaları yıllarca gözledik. T.C. ve Andımızın kaldırılmasıyla başladı. Atatürk ilkelerinden uzaklaşmalar ile ÇEDES uygulamasına; Milli bayramların önemsizleştirilmesinden laiklik karşıtı uygulamalara kadar uzandı. Hukuk kurumları kontrol altına alındı. Devlet bütçesinde Diyanetin payı, yarıdan çok bakanlığın bütçesinden daha fazla olması için sürekli artırıldı. Nihayet daha nice örnekler yanında son olarak Milli Eğitim Müfredatının, bilim ve düşünmeyi öğretmek yerine, din ve inanç temelli olarak kurgulanması programa alındı. Tarihsel kültürümüzün hiçbir döneminde, Din ve inanç, Devlet ve toplum yapılanmamızın bu denli merkezinde olmadı. Gerek Tuğrul Bey ve Fatih Sultan Mehmet, gerekse Mustafa Kemal Atatürk, din ve inanç olgusunu, Türk devlet ve toplum sisteminin merkezine taşımadı, ayrı tuttu. Zira dini inanç, toplum ve devletle ilgili olmak yerine, kişisel olup; inanç ile inanılan arasındaki ilişkidir. Yeni Milli Eğitim Programı, bilim ve düşünmeyi öğretmek yerine, din ve inancı eğitim sisteminin merkezine yerleştirmekle, tüm toplumu, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen ve yenilik yapmayan bir nesil yetiştirmeye yöneliyor. Zira insan zihni inancı önceller; çünkü inanç, canlının varlığı için tehdit ve tehlike olup olmadığına inanmakla başlar. Ancak inancın işe yaradığı görüldüğünde kalıplaşır ve hazır inanç kalıbı olarak insan beynine kaydedilir. Benzer durumlar için hazır kalıp olarak devreye alınır. Bir kere öğrenilen kalıp artık değişmez ve ölümüne savunulur. Oysa dış dünyanın koşulları sürekli devinim içinde değişime uğrar. İnanç kalıbı bu değişimle başa çıkamaz. Ezber işe yaramaz. Çoklu ve dinamik yaşamla başa çıkmak, zihnin dinamik yeteneği olan düşünmeyi öğrenmekten geçer.  Düşünmeyi öğrenmek, özgür akıl ve mantığın işleyiş kurallarını, farklı koşullar için uyarlama dinamiğini kazandırır. Yeni nöro-bilim, inanç olgusunu “bilinç 2 düzey (memeli beyni)”; bilim ve felsefe yapmayı, yani neokorteksi etkin kullanmayı “bilinç 3 düzey” olarak değerlendiriyor. İnancın kalıplaşması, kalıp davranış, bağımlılık, teslimiyet ve biat kültürü geliştirir. Düşünmeyi öğrenmek ise yaratıcılık ve yenilikçilik getirir.  Milli Eğitim Müfredatının inanç temelli veya özgür akıl ve bilim temelli düzenlenmesi, siyasi iktidar için bir turnusol işlevi görecek.  Cahil ve biat eden siyasi İslamcı bir nesil mi isteniyor, yoksa değişim, başarı, uzlaşma, barış, çoğulculuk, bilim, yenilik, demokrasi, refah ve güvenlik için düşünen ve üreten bir nesil mi isteniyor. İlk durumda, sadece taktik uygulamalarla toplum oyalanıp, değişmeyen siyasi İslamcı ideolojiyi kurumlaştırma gayreti sürecek. Ve yumuşama lafta kalacak; yok ikinci tercihte bulunuyor ise köklü bir strateji değişimine yönelmesi gerekir. Ancak bu yönde yeterli bir gayret henüz ufukta gözlenmiyor. Örneğin seçilemeyen Yargıtay başkanlık sorunu, adaleti yeniden tesis etme yönünde mi;  yoksa iktidar yandaşı birisini seçtirme yönünde mi çözülecek. Anayasa değişikliği hangi özgürlükleri öngörecek. Yoksa geçmişteki gibi sadece türbana özgürlükle yetinilecek mi? Bu tercihler iktidarın asıl niyetini açıkça ortaya koyacak.