İthalat politikalarında politikasızlık

İthalata bakarken 75 – 80 yıllık gelişimine bakmakta fayda var. 1950’lere kadar ithalatçı ürünü hangi fiyata ithal edeceğini İstanbul Eminönü’nde bulunan Fiyat Kontrol bürosuna bildirmek ve onay almak durumundaydı. 1950’lerden sonra bu büro kapatıldı, ithalatçı o zamanki dış ticaret rejimine göre dilediği fiyattan ithalat yapmaya başladı. 1960 ihtilalinden sonra Fiyat Kontrol bürosu yeniden kuruldu. 1965 birinci Demirel Hükümeti’ne kadar, hükümetçe yeniden kaldırıldı. Bu kontrolün kalkması iş aleminin kendi aralarındaki konuşmalarında “Dışarıda kefen parası bulundurma” denilen gerçek fiyat ile ithal fiyat arasındaki fark dışarıda bırakıldı. 1970’lerin sonuna gelindiğinde ABD ambargosu ve petrol fiyatlarındaki şok artışın da etkisiyle ithalat teklemeye başladı. Çare olarak dövize çevrilebilir mevduat hesapları devreye sokuldu. Türkiye döviz sıkıntısını bu yolla aşmaya çalıştı. O kadar ki ülkemizin dışişleri ve diğer devlet mensuplarının maaşlarının ödenmesinde dahi sıkıntılar başladı. Merak eden olursa 1979 ve 1980’lerin Nokta dergisini okuyup bu ihtiyaçların nereden karşılandığını öğrenebilirler. Dergideki haberler hiçbir zaman tekzip edilmemiştir.

1980’lere gelindiğinde Başbakanlık Müsteşarlığı’na atanan Merhum Turgut Özal, Türkiye için yep yeni bir ekonomi anlayışıyla 1972 Dünya Bankası ve IMF’nin kararlarına uygun ekonomi politikalarıyla ülkeyi tanıştırdı. 12 Eylül geldi, 24 Ocak 1980 kararları ihtilalden hemen sonra yeni vergi kanunlarıyla tamamlandı. Bu arada DÇM’lerin sıkıntısı ekonomi yönetimlerini üzmeye başladı. O zamanın ifadesiyle 70 cente muhtaç olan ülkemiz işadamları 18 ay vadeye kadar kabul kredili ithalat yapmaya başladılar. Böylece 80’lerin sonuna gelmeye başladık. 1987’nin ikinci yarısından 1989’a kadar öyle döviz sıkıntısı vardı ki ithalat akreditif komisyonları faizlerle yarışırcasına yüzde 32 – 34’lere çıktı. Tahtakale İstanbul’da “indirmecilik” mesleği başladı. Ülke yeniden döviz darboğazına girmişti. Akıllara harika bir fikir geldi. sermaye hareketlerinin olabildiğince serbest bırakılması. Bu her türlü serbestlik içinde sıcak paranın ülkeye davetiydi. Bununla ülke periyodik olarak finans kesiminden başlayan krizlerle boğuşmaya başladı. 1994, 1998, 2001 krizleri. Mevcut ekonomi yönetimi satır aralarındaki sözlerinden anlaşıldığına göre ülkenin kurtuluşunu yine sıcak parada bulmuş görünüyor. Sıcak parayı getiren misliyle kazanmadıkça, bu işleme devam etmez. Peki ne yapmalı, kalıcı sabit sermaye gelmeli. Sıcak para sevdası sanayi ve tarımın sakat politikalarla yürütülmesi her şeyin ithalatına doğru gidilmesine neden oldu.

1970’lerin sonu ile 1980’lerin başında ülkedeki mevcut bazı sanayi kolları ithal edilen birçok aramalını imal etmeye başlamışlardı. Sıcak parayla birlikte yine ithalat lobisi devreye girdi, gelen sıcak para ithalatta tasarrufçuya negatif faizde kredi kullanan reel sektöre de yine negatif faizle enflasyon koruması sağladı. Ama reel sektörümüz bunu hiçbir zaman beğenmez.

Cumhuriyetin kuruluşunda Tanzimat’tan beri Fransız İhtilalinden etkilenen asker ve sivil yöneticiler özellikle Jean Jacques Ruso’nun fikirlerinden esinlenerek devlet özel sektör birlikteliğini kurdular. Tarım ve sanayiyi birinci sıraya aldılar. Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi yanında öyle bir ekonomi politikası uygulandı ki bugünkü Almanya, Japonya, Çin gibi ihracat fazlası vermeye başladı. Ülkemizin dış borçtan kurtuluşunun sanayinin ve teknolojinin gelişmesinin anahtarı Atatürk’ün uygulattığı bu politikadır. Türkiye tarımda sanayide ve teknolojide istenilen seviyeye çıkması ancak ekonomide tam bağımsızlıkla mümkündür.