“Rant varken, fayı düşünen kim?”

Yazar ve gazeteci Murat Kışlalı, GÖZLEM’in ülke sorunları ve gelişmelerle ilgili sorularını cevapladı. Kışlalı, Cumhurbaşkanı’nın başlattığı “Söke söke” tartışmaları, muhalefetin “otoyol/ havaalanı/ hastane/ tünel müteahhit garantileri ve Kanal İstanbul kredileri konusunda devr-i sabık yaratacakları” konusundaki açıklamaları, Sedat Peker’in başlattığı ve devam ettirdiği ifşalar, Tasarruf Genelgesi ve “Cumhurbaşkanlığı’nın muaf tutulması” konularında açıklamalarda bulundu. İşte görüşleri…

*******

GÖZLEM – Cumhurbaşkanı’nın başlattığı “Söke söke” tartışmaları konusunda görüşünüz?

K – Çok ilginç. Bana göre ilk defa Cumhurbaşkanı bir sonraki seçimlerde iktidardan gidebileceği olasılığını, yatırımcıların kararlarını bu olasılığa göre verebileceği gerçeğini seslendirmiş oldu. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na atfen sarfettiği “Bankaları, projeye ilgi duyan ülkeleri tehdit ediyorlar. Bu ne terbiyesizliktir. Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla alırlar, bunları öğrenin, bunlar tam manası ile çaylak” şeklindeki ifadeleri, bilinçaltında “seçimleri kaybedeceği” düşüncesinde olduğunu gösteriyor. Bilinçaltı diyorum çünkü “bilinçli” olarak kaybedeceği bir seçime girmektense, başka “seçenekleri” değerlendireceğini düşünüyorum.

GÖZLEM – Muhalefetin “otoyol/ havaalanı/ hastane/ tünel müteahhit garantileri ve Kanal İstanbul kredileri konusunda devr-i sabık yaratacakları” konusundaki açıklamaları gerçekleşebilir mi?

K – Tabii ki bu yatırımlar yapılırken, özellikle bankaların finansmanı sağlaması için sözleşmelere ilişkin anlaşmazlıkların uluslararası tahkim mahkemelerinde çözülmesi hükümleri sağlam bir şekilde güvence altına alınıyor. Tabii ki sözleşmelere işlenmiş olması gereken, işlenmese bile uluslararası tahkime gittiğinizde sizi haklı gösterebilecek “Pandemi” gibi “mücbir sebepler” bu sözleşmelerin biraz olsun değiştirilmesine yol açabilir. Ancak genel olarak bu sözleşmeler hakikaten de sonradan değiştirilmeye çok açık değiller. Finansörler ve yatırımcılar tabiri caizse iplerini sağlam kazığa bağlıyorlar. Öte yandan muhalefetin “Ödemeyeceğiz” açıklaması hem iç siyasette bu yolsuzluklardan, haksızlıklardan bıkmış seçmen kitlesi için çok yerinde bir söylem, hem de yeni sözleşmeler yapacak yatırımcılar ve finansörler açısından. Eğer bu yatırımcı ve finansörler Erdoğan hükümetinin gidici olacağını düşünürlerse, iplerini ne kadar sağlam kazığa bağlasalar da yatırımlarını çok ciddi bir şekilde gözden geçirmeleri gerekir. Çünkü onlar açısından sorun yapılmış anlaşmaların değiştirilmesi veya Erdoğan’dan hükümeti devralacak muhalefetin önceki ödemelerini “gerçekleştirmemesi” değil ama bu yeni hükümetin başka yollarla bu yatırımcı ve finansörlerin bu yatırımlardaki kârlılıklarını düşürebilecek olması, hatta zarara uğramalarına sebebiyet verecek olmalarıdır. Türk Telekom özelleştirmesinden örnek vereyim. Özelleştirmenin şartlarına göre Türk Telekom’un varlıkları satılamayacaktı, ancak Hariri ailesi bu varlıkların çoğunu sattı. Özelleştirmeyi yapan ve ticaretten anladığını söyleyen Erdoğan ve hükümeti, diğer pek çok usulsüzlükte olduğu gibi bu satılan varlıkların da peşine düşmedi. Şimdi eğer Özelleştirme İdaresi’ndeki Özelleştirme Sonrası Uygulamalar ile ilgili daireden Türk Telekom’u alanların imtiyaz sözleşmesindeki hangi şartlara aykırı davrandıkları tespit edilse ve bunların resmi faiziyle kendilerinden geri istenmesine karar verilse, herhalde bu zararın ciddi bölümü geri kazanılabilir. Aynı şekilde, otoyollar, tüneller ve köprülerden ziyade şehir hastanelerinde binlerce ayrıntı içeren hizmet ve alım şartları getirilmiş olsa gerekir. Bu şartlarda bulunacak usulsüzlükler ve hatalar üzerinden bu firmalara kesilecek cezalar, yönetimlerini zorlaştırmak üzere alınacak idari kararlar bu işletmeci firmaları ciddi biçimde sıkıntıya sokacaktır. Her şeyi bir tarafa bırakın, bir devleti devlet yapan en başta gelen şartlardan birisi vergi almaktır. Şayet özel sektörden alınan vergi oranı bugünkü yüzde 20’lerden yüzde 30’lara çıkarılsa veya özel sektörün sağladığı mal ve hizmetlere özel vergiler getirilse, yapılacak bu yatırımların kârlılık tabloları ciddi biçimde değişebilecektir. Tüm bunların ötesinde yapılması gereken bir başka icraat ise bu yatırımlara ilişkin sözleşmelerin, muhalefetin iktidara gelmesiyle artık “ticari sır” kapsamından çıkarılıp sıkı bir denetime dahil tutulması olacaktır. Böylelikle ortaya çıkacak yolsuzluklar ve bunlardan doğacak cezai işlemler sonucunda bu sözleşmeler de taraflarıyla yeniden gözden geçirilebilecek bir noktaya getirilebilinir.

GÖZLEM – Ülkenin doğudan batıya Egeden, Marmara’ya, Van gölüne kadar dört bir yanında depremler olurken ve bilim adamları “7 şiddetinde depremler beklendiğini” söylerlerken, CHP’nin “fay hatları üzerinde yapılaşmaya sınırlama getirilmesi” teklifi AKP – MHP oyları ile reddedildi, görüşünüz?

K – İktidar deprem tehlikesine karşın yeni yapılaşmalara sınır getirilmesi bir tarafa mevcut yapılaşmaların “düzeltilmesine” ilişkin çabalara da karşı koyuyor. Mevcut sorunlu yapılaşmaların sağlamlaştırılmasına ilişkin muhalif belediyelerin çözüm seçeneklerini veto ediyor. Bunun son örneği, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin geçen yıl 30 Ekim’de İzmir’i yıkan depremin ardından hasarlı binaları yeniden yapabilmek için Dünya Bankası’ndan bulduğu 5 yılı ödemesiz 30 yıl vadeli 330 milyon dolarlık krediye Hazine’nin hâlâ onay vermiyor olması. Tabii konunun bir de “rant” tarafı var. Bu iktidarın icraatının başında yarattığı “gayrimenkule dayalı rant ekonomisi” geliyor. İktidar, ekonomik mevcudiyetini üretim, hizmet gibi daha kapsamlı, karmaşık, faydaları uzun vadede ortaya çıkacak ve yetkin kadrolar gerektiren ekonomik çözümlerde değil de, kurgulaması daha basit olan “imar parsel ve oranlarının arttırılması ve bu sayede fazladan üretilecek konut, ticari gibi alanların rantının paylaşılması” düzenine dayalı rant trafiğinde görüyor. Bu nedenle de toplum sağlığını tehlikeye atma pahasına Kanal İstanbul gibi en büyüklerinden, bir dere üzerine yapılaşma açılmasını içeren en küçüklerine kadar bu tür projelere yol veriyor.

GÖZLEM – Sedat Peker’in başlattığı ve devam ettiği “kara para/rüşvet/yolsuzluk/siyaset/medya/iş alemi/mafya arasındaki kirli ilişkilerle ilgili” iddialar, yumak çözüldükçe “vahim” bir hâl aldı. Bu iddialara “devlet cephesinden ‘tatmin edici’ cevaplar” gelmiyor. Bu tablo, siyaseti, medyayı, iş alemini nereye götürür?

K – Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. Sedat Peker Haziran ayı başında videolarının sonuna geldiği mesajı verirken “Tayyip Abi seninle de helalleşeceğiz” demişti. Bu “helalleşme” ABD Başkanı Biden ile Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeden önce yapılacaktı. Peker bu “helalleşmeyi” önce bu görüşmenin sonrasına bıraktı, sonra da şimdi, özellikle yaşadığı ülke yönetiminden gelen baskı sonrası anlaşılıyor ki, bu “helalleşmeden” en azından bir süreliğine vazgeçti. Öte yandan dediğiniz gibi Peker’in “iddiaları”, sadece iktidara ilişkin değil, basın, iş dünyası ve hatta muhalefete ilişkin gündemi de sarsmaya devam ediyor. İş aleminde İnan Kıraç gibi son derece saygın işadamlarına kadar ulaşan iddialar, siyasette Deniz Baykal, Muharrem İnce gibi isimlerin ortaya atılması ve bunların tartışılması aslında bu iddiaların merkezinde olan iktidara ilişkin iddiaların bulanıklaşmasına yol açıyor. İşi magazinleştiriyor. Bu arada da esas sorunların, suçların gözardı edilmesine yol açıyor. Bana göre burada kayda değer en önemli konuyu, çeşitli kamu görevi yapan kişilerin, devlet gücünü kullanarak kendilerine ve ortaklarına fayda sağlama çabalarına ilişkin faaliyetler oluşturuyor. O konuda da “helalleşme”yi bir tarafa bırakırsak, söyleneceklerin büyük kısmının söylendiği anlaşılıyor. Buna ilişkin çok önemli iddialardan ikisini tekrar hatırlamak gerekirse; birincisi kara para aklayıcısı Sezgin Baran Korkmaz’ın aranıyorken, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından bakanlığa çağırılıp yakalanacağı ifade edilerek 45 milyon dolarlık alacağından vazgeçmesi karşılığında yurt dışına kaçmasına vesile olunması. Sedat Peker’ın iddialarına göre Soylu bundan “Yukarının haberi olduğunu” söylüyor. İkincisi Korkmaz ile Veysi Ateş isimli gazeteci arasındaki kaset kaydı ile ortaya çıkan 10 milyon euroluk “koruma” parası iddiası. Söz konusu kayıtta Ateş Korkmaz’a “Ankara’dayım. Az önce senin görüşmeni yaptım. … Senle ilgili beklenti ve istedikleri ses çıkarmadan bir süre beklemen. ‘Samimiyetini göstersin gerekeni yaparız’ (diyorlar)” diyor. Korkmaz’ın “Samimiyetimi nasıl göstereceğim abi?” diye sorması üzerine “Söz ettiğim meblağı istiyorlar” yanıtını alıyor. Korkmaz da karşılık olarak kasette bu meblağı “10 milyon euroyu verdiğim zaman” diye zikrediyor. Yani Kormaz’ın “10 milyon euro vermesi durumunda hakkındaki suçlamaların gözardı edileceğine” ilişkin iddia. Bu suçlamaları gözardı edebilecek hükümet yetkililerinin, bu güce sahip üst düzey siyasetçilerin kim olabileceği çok kısıtlı sayıda yetkiliyi işaret ediyor. Bu iddialar da gerçekse Korkmaz’ın para karşılığı devlet gücünü kullananlar tarafından korunacağı anlaşılıyor.

GÖZLEM – Diyanet İşleri Başkanı, İçişleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na yazılı bir müracaat yaparak “şehirlerarası çalışan otobüslerin mola saatlerinin namaz saatlerine göre ayarlanmasını” istedi. Yorumunuz?

K – Bu uygulama, örneklerine her hafta ayrı ayrı olaylarda defalarca rastladığımız bir “toplum mühendisliği” çabasının tezahürü. İlahiyatçı Cemil Kılıç Türkiye’nin farklı inançların yaşandığı bir ülke olduğunu belirterek “Bir takım toplumsal düzenlemelerin sadece belli bir inanca göre gerçekleştirilmesi acil olmaz. Bütün yolcuları namaz saatine göre yolculuk yapmaya zorlamak, haksızlık ve adaletsizliktir. Adaletsizliğin ve haksızlığın olduğu yerde de İslam’dan bahsedilemez” değerlendirmesinde bulundu. Eski İstanbul Barosu Başkanı Avukat Turgut Kazan da “Yaşam biçimlerine müdahale etmek artık bir yol oldu. … Türkiye … tam bir fetva devletine dönüştü” diye konuştu. Ancak bu uyarıların bir faydasının olmayacağını ve bu zihniyette olanların iktidarda bulundukları sürece de çabalarında ısrarlı olacaklarını düşünüyorum.

GÖZLEM – Tasarruf Genelgesi ve “Cumhurbaşkanlığı’nın muaf tutulması” konusunda görüşünüz?

K – Tasarruf genelgesi içerisindeki bazı önlemler, örneğin kadrolu personel alımında kısıtlamaya gidilmesi, bana IMFvâri önlemlerin gündeme girdiği intibaını verdi. Sanki iktidar “ekonominin içinde bulunduğu zorluğu” görmüş durumda ve kamuoyunu rahatsız ve rencide eden özellikle araç, telefon gibi kullanımlara “algı yaratma” amacıyla sınır getirmiş gözüküyor. Niçin bu tasarrufların gerçek çözümle ilgili değil de algı yaratmaya dönük olduğunu düşünüyorum? Bir defa sizin de tespit ettiğiniz gibi tasarruf genelgesinden Cumhurbaşkanlığı ve iktidar sıralarında el kaldırıp indirme yeri olan Meclis Başkanlığı muaf tutuluyor. Madem bir tasarruf yapılacak buna en tepeden başlanması doğal ve sonuç verecek olanı değil mi? Ayrıca Cumhurbaşkanlığı ve Meclis’i diğer kamu kurumlarından ayırarak “artık rantın, iktidar içinde de paylaşılmak noktasına gelindiği kabulü” dikkat çekiyor. İktidar içinde rantın paylaşılmasına ilişkin; “zenginliğin, harcama rahatlığının” sonu geldiğine ilişkin bir olgunun dayatılması işlerin iyi gitmediğine dönük bir gösterge. Tüm bunların ötesinde; genelgeye tasarruf yapılırken bile açık kapılar bırakılmasının ihmal edilmemiş olması tasarrufların yine “göstermelik” kalacağı intibaını yaratıyor. Örneğin “Acil ve zorunlu haller dışında her ne suretle olursa olsun yeni taşıt edinilmeyecek” deniliyor ama muğlak olan “acil ve zorunlu haller” ifadesiyle bir açık kapı bırakılıyor. Aynı şekilde genelgede “kamu kurum ve kuruluşlarının kendi kuruluş mevzuatında belirtilen faaliyet alanları ile doğrudan ilgili olmayan herhangi bir harcama veya taahhütte bulunmayacağı” ifade ediliyor ama pek çok harcamanın kurumların mevzuatındaki faaliyet alanlarına “uydurulabileceği” gerçeği gözden kaçırılıyor.

GÖZLEM – Rize’de ‘Sokak Kedisi’ YouTube kanalına yapılan röportajda kadın muhabirin “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına gireceğiz’ sözü hakkında ne düşünüyorsunuz” sorusuna “Saçmaladığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülke ekonomisini nasıl batırdığını hepimiz görüyoruz. Bugün doğmamış çocuğun rızkını bile yediklerini görüyoruz” cevabını veren E.A savcılık talimatıyla gözaltına alındı. Röportajı yapan Ebru Uzun da ifadeye çağrıldı. Ne düşünüyorsunuz?

K – Cumhurbaşkanı’nın geniş kapsamlı “Vatan haini” tanımına girdiğinden olacak, herhalde hakkında “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” etmekten işlem yapılacaktır. Avukat Mustafa Söğütlü’nün ifade ettiği gibi TCK 216. maddede düzenlenen bu suçlama, amacı olan bir kamusal değeri koruma yerine, iktidarı eleştiriyi, ona karşı protestoyu cezalandırma amacı için kullanılıyor. Bu tür davalarda bir ceza verilmiyor, çünkü büyük tepki alacaklarının kendileri de farkındalar. Ancak bu tür muhalif yurttaşların ifadeleri korkutma amaçlı alınıyor. Hem kendilerini hem de benzer düşüncede olup ifade etmeye teşebbüs edecekleri. İşin bir başka yönü, o savcının ileriki dönemlerde hangi görevlere getirileceğini izlemek olacaktır.

+++++++