Anayasa’nın “değiştirilemez” maddesi “yok” mu sayılıyor ne olacak bu gidişin sonu?

Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve tarikatçı amiral için bildiri yayımlayan emekli amirallere “darbeci” soruşturması açılırken, Anayasa’nın “değiştirilemez” maddesini yok sayarak “Hilafeti ilan edeceğiz” sözleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirildi. GÖZLEM, konuyu masaya yatırdı ve uzmanlara sordu… İşte görüşleri…

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli 104 amiral, Montrö Sözleşmesinden çıkılabileceği tartışmaları ile bir tuğamiralin sarık ve cübbeli fotoğraflarına yönelik bildiri yayımladı. “Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir” diyen bildirinin yayınlanmasının ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bir gece yarısı gerçekleştirilen bu eylem kesinlikle art niyetli bir girişimdir. Emekli amirallerin vazifesi 104 tanesi bir araya gelerek siyasi tartışma konusunda darbe imaları içeren bildiriler yayınlamak değildir” dedi.

TBMM Başkanı Mustafa Şentop “darbe çağrışımlı” olarak tanımladı. İçişleri Bakanı Süleymen Soylu ise “Sebepsiz bahane ve hezeyanlar üzerinden yapılan açıklama tam manasıyla geçmişte taşıdıkları sıfatların, devletin ve milletin verdiği şerefin farkında olmayanların demokrasiye, hukuka, devletimize ve milletimize karşı yaptıkları edepsizliktir” ifadelerini kullandı.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de “Bildiride imzası bulunan amirallerin rütbeleri sökülmelidir. Emeklilik hakları kaldırılmalı, emekli maaşları kesilmelidir. Açıklanan bildirinin çok yönlü adli ve idari soruşturması yapılmalıdır” dedi.

Savcılık bildiriyle ilgili harekete geçerek soruşturma başlattı ve birçok amiral gözaltına alındı. Evlerinde arama yapıldı. 

Yeniden Refah Partisi İstanbul Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Sadık Tunç’un, Anayasa’nın “değiştirilemez” maddesini yok sayarak “Hilafeti ilan edeceğiz” sözleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirildi. 

Yeniden Refah Partisi İstanbul Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Sadık Tunç’un, “İslam halifesinin gölgesinde, şeriatı ilan edeceğimiz günler yakındır. Cenk, Cihad, Şehadet” paylaşımına ilişkin soruşturmada, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verildi. Kararda, söz konusu ifadelerin “ifade özgürlüğü kapsamında yer aldığı” savunuldu.

Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) Genel Sekreter Yardımcısı avukat Tacettin Çolak, “Karar, yürürlükte olan yasalara uygun olmadığı gibi hukukun genel ilkelerini de ayaklar altına alan keyfi bir karardır. Savcı, bu kararı ile suç işlemiştir” dedi.

Tunç, hilafetin kaldırılışının yıldönümü olan 3 Mart’ta, sosyal medya hesabından, “Sanıyor musunuz ki hilafet yeniden bu topraklara hâkim olmasın. Ömrünü Rızayı İlahiye adamış bir İslam halifesinin gölgesinde, Şeriatı Garrai Muhammediyye’yi ilan edeceğimiz günler yakındır. Çünkü Allah nurunu tamam edecek. Cenk, Cihad, Şehadet” paylaşımında bulundu. Başka bir gençlik kolları yöneticisi Ömer Seven ise bu paylaşıma “Allah bizlere o günleri görmeyi nasip etsin inşaallah” yorumunu yaptı. Yeniden Refat Partisi’nden tepkilerin ardından yapılan açıklamada, Tunç’un paylaşımını “tasvip etmenin mümkün olmadığı” belirtilirken, bu görüşün, partinin resmi görüşü olmadığı kaydedildi ve Tunç’un üyelikten çıkartılma talebi ile disipline sevk edildiği bildirildi.

HKP ise Tunç ve Seven’in paylaşımları sonrası “devlete karşı savaşa tahrik”, “anayasayı ihlal”, “suçu ve suçluyu övme”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama”, “kanunlara uymamaya tahrik” ve “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçları gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu.

‘Savcı suç işledi’

Savcılık, 6 Haziran’da, “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verdi. İfade özgürlüğüne ilişkin bazı kararlara atıf yapan savcı, paylaşımın “kin ve nefret duygularının oluşumuna veya mevcut duyguların pekişmesine etkide bulunmadığını, kamu güvenliği açısından açık veya yakın bir tehlike oluşturabilecek nitelikte olmadığını ve paylaşımlarda yer alan düşünce açıklamalarının anayasa tarafından teminat altına alınmış olan ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu” savundu. Karara tepki gösteren HKP Genel Sekreter Yardımcısı avukat Tacettin Çolak, “Savcılığın verdiği takipsizlik kararı, yürürlükte olan yasalara uygun olmadığı gibi hukukun genel ilkelerini de ayaklar altına alan keyfi bir karardır. Bunlar, cumhuriyeti ortadan kaldırıp hilafeti getirmenin başlangıç adımlarıdır. Kendilerine cumhuriyeti koruma, kollama görevi verilen cumhuriyet savcıları da bunu hoşgörü ile karşılamaktadır. Savcı, bu kararı ile suç işlemiştir. İtiraz dilekçemizde savcının görev suçlarına da değineceğiz” ifadelerini kullandı.

*******

“HUKUKÇULARIN HER SAVI İKTİDAR GÖZLÜKLERİ İLE İNCELEMELERİ DOĞRU DEĞİL”

Yekta Güngör Özden (Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı) – Siyasal yönetime ayak uydurmak ve yaranmak çabasında olan kimi yetkililer gereksiz soruşturma ve kovuşturmalarla yaranma çabalarını sürdürmekten kaçınmıyorlar. Bunlar önümüze çıkan kötü örnekler… Bu hepimizi bir yurtsever olarak düşündürmekte ve beni bir hukukçu olarak üzmektedir. Bu bakımdan söylenmesi gereken çok söz varken şunları belirtmekle yetinmek istiyorum.
Öncelikle, düşünce ve görüş özgürlüğü kapsamındaki yazıları ve açıklamaları suç saymak hiçbir zaman doğru bir yaklaşım değildir.
Yurtseverlerin duyarlılıklarını çekinceye dönüştürecek olan işlemler hukuksal yönden de koruma göremez ve uygun karşılanamaz. Bu bakımdan ben kimi yetkili hukukçuların önlerine gelen her savı iktidar gözlükleri ile incelemelerini asla doğru bulmuyor ve kendilerine yakıştırmıyorum.
Kaldı ki ileri sürülen ve yurttaşlık duyarlılıkları ile görüşlerini ve dileklerini açıklayan insanlara karşı yürütülen işlemler kimi çekincelere, toplumsal karanlığa dönüşebilir. Bunları tembellikten, aymazlıktan kurtarıp duyarlı olarak karşılayıp incelemek ve değerlendirmek daha yaraşır bir düşünce ve tutumdur. Bu bakımdan ben hukuksal özellikleri, incelikleri ve özenleri yerinde ve zamanında uygulamayıp iktidar gözlüğü ile incelemeye değerlendirmeye kalkışanları uyarmak ve onlara katılmanın güç olduğunu belirtmek istiyorum.

*******

“AMİRALLERİN SÖZLERİNDE TEK BİR SUÇ UNSURU YOKTUR”

Hikmet Sami Türk (Eski Adalet Bakanı) – Kanal İstanbul Projesi önemli sakıncaları olan bir proje. Karadeniz ve Marmara Denizi arasındaki ekosistemi bozacak olan bir proje. Müsilaj sorunu ile karşı karşıya olan Marmara’yı daha da kirletecek ve bunu Karadeniz’e de sirayet ettirecek olan bir proje. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı olan bir proje. Ayrıca uluslararası hukuk bakımından da sakıncası var. Montrö Boğazlar Antlaşması İstanbul ve Çanakkale Boğazından gemilerin geçişi ile ilgili hukuki düzenlemeler getiriyor. Bunun dışında yabancı gemilerin oradan geçişi ve Karadeniz’de kalış süreleri ile ilgili hükümler getirilmiş. Montrö Anlaşması, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerle diğer devletler arasında denge kuran bir anlaşmadır ve Lozan’dan sonra Türkiye için öncelikli, yaşamsal değeri olan bir anlaşmadır. Böyle bir kanalın açılmasının yaratacağı sorunlar konusunda bu konuyu en iyi bilen kişiler olarak emekli amirallerin de görüşlerini açıklamaları doğaldır. Bu tamamıyla düşünce özgürlüğü konusunda olan bir görüş açıklamasıdır. Sözlerinde tek kelime suç unsuru oluşturacak bir şey yoktur. Bugünkü iktidar o kanalın açılmasında ısrar ediyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kanalı inadına açacağız diyor. Hiçbir yönetim milleti ile böyle bir inatlaşma içine girmemiştir. Çünkü kanalın açılması konusunda yapılan kamuoyu yoklamaları, halkın büyük çoğunluğunun bu kanalın açılmasına karşı olduğunu gösteriyor.
Hilafet konusuna gelince; halifelik laiklik ilkesine aykırı bir kurumdur. Halifelik dini bir kurumdur. Bunu gündeme getirmek girişimi, anayasanın Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez nitelikleri arasında sayılan laiklik ilkesine aykırıdır. Böyle bir anayasa değişikliği yapılsa dahi laiklik ilkesine aykırı olduğu için geçersizdir.  Anayasanın 4. Maddesi, 1, 2 ve 3. Maddeler değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez diyor. Bugünkü iktidar adeta baş imam gibi hareket ediyor. Yeni anayasa yapılma girişimi var. Benim buradaki endişem 4 maddede değişiklik yapılmasıdır. Ama bunlar TC’nin anayasal temelleridir. Bunlarda bir değişiklik yapmaya yönelik bir girişim geçersizdir ve sanıyorum böyle bir değişiklik girişimi anayasa mahkemesince iptal edilir.
Mecliste bugün AKP ve MHP’nin oyları bir anayasa değişikliğini tek başına yapmaya yetmiyor. 5’te 3 çoğunlukla geçmesi gerekiyor.  Başka partilerle mutabakat sağlamaları gerekir. 4 maddenin değiştirilmesini diğer partiler kabul etmez. Hatta MHP bile hazırladığı anayasa değişikliğinde ilk 4 maddeyi tek maddede topladı. Doğrudan halk oylamasına da sunulamaz. Bizim anayasamızda sadece meclis tarafından kabul edilmiş anayasa değişikliklerinin halk oylamasına sunulması öngörülür. Eğer 5’te 3 ile kabul edilmişse halk oyuna gitmesi zorunludur.  Ben Türk milletinin anayasanın ikinci maddesinde öngörülen insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti niteliklerini taşımayan bunlara aykırı bir hukuk düzeni getirmek isteyen bir anayasa değişikliğini kabul edeceğini düşünmüyorum.

********
“HİLAFETÇİLİK BİR EMPERYALİZM PROJESİDİR”

Hüsnü Erkan (Prof. Dr.) – Hilafetçilik,  Batı emperyalizminin Türk Toplumunu kontrol etmek için geliştirdiği bir projedir. Bunu öğrenmek isteyenler, meşhur İngiliz Tarihçi A.J. Toynbee’nin gerek İngilizce, gerekse Türkçeye çevrilmiş olan kitap ve makalelerine başvurabilirler.  Bu tez Osmanlıyı peynir gibi doğrayıp parçalayan İngiliz emperyalizminin, Mustafa Kemal iradesine iki kere yenildiği dönemde geliştirildi. Bu olguyu “Gözlem”de daha öncede belirtmiştim. Kurtuluş savaşı sırasında propaganda aracı olarak gündeme gelen İngiliz  “Mavi Kitabı” da bu nedenle çıkartıldı. Tezin özü şudur; “ Batının, Doğuya üstünlük sağlaması, sanayi devriminin getirdiği teknoloji sayesinde olmuştur. Bunun dışında Batı hep Türk ve İslam tehdidinde kalmıştır. Batının, doğuyu sürekli kontrol etmesi için doğu kültürünü kontrol etmesi gerekir. Güney İslam’ı olarak bilinen Arap İslam’ında sorunun çözümü kolaydır. Başlarına atanacak bir dini lider, yani şeyh sayesinde, bu topluluklar kolay kontrol edilirler. Nihayet Batı Arap dünyasını böyle kontrol etti ve ediyor. Ancak batının zorlandığı bir durum kuzey İslam’ında, yani Türk İslam’ında yaşanabilir. Zira kuzey İslam’ı Mustafa Kemal gibi dâhiler çıkarabilirler. Bu nedenle de Kurtuluş Savaşı döneminde İngiliz Muhipler Cemiyeti üzerinden dini tarikatları kullanarak çıkartılan isyanlar da bu anlayış içinde uygulandı. Ancak meşhur tarihçi sonradan gördü ki, Mustafa Kemal iradesi yenilmezdir. Peki bu yenilmez iradenin arkasındaki gizil güç nedir? Arap kültürü ve İslam’ı, sadece inanç temelli olup, geleneksel inanç kalıplarının mutlaklaştırılmasına ve üst otoriteye biat etmeye dayalıdır. Türk kültürü ise, özde dünyevi bir ”dünya görüşüne “ sahip olarak, akıl ile inancı birleştiren bir kültürdür. Türk kültürü olgusal, dünyevi ve akılcı olarak, din ve dünya işleri arasında ayrım yapar. Bu düşüncenin kökleri Maturidi’ye kadar uzanır. Türk ve Arap kültürlerinin farkı konusunda bilinçli olan Maturidi, bu nedenle din ile kültürün; dolayısı ile İslam ile Arap kültürün aynı olgu olmadığının bilincinde olarak, Türk İslam’ını Türk kültürü içinde ele aldı. Ahmet Yesevi; Maturidi Dergahlarında yetişti. Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre gibi düşünürlerimiz bu geleneğin ürünleri oldular. Bu nedenle 13. yüzyıl Türk İslam’ı, saf ve Temiz Türk İslam’ı olarak, Tanrı aşkı ve insan Sevgisi üzerine kurgulanan bir felsefeye oturdu. Yine Bu geleneğin bir uygulayıcısı olarak Tuğrul Bey Bağdat’ı aldıktan sonra, halifenin emrine girmek yerine, aksin halifeyi devletin bir memuru olarak yüksek maaşa bağladı. Devlet ve din işlerini ayırarak, Halifenin devlet işlerine karışmasını engelledi.  Arap tarikatları Osmanlıyı istila edinceye kadar bu gelenek sürdü. Aklı ihmal eden Arap Tarikatları, mutlak ve kör inanç ürettiği gibi, her tarikat şeyhi,  kendi kişisel yorum ve ritüellerini din ve Tanrı adına insanlara sunarken, toplumu farklı tarikatlarla kutuplaştırır; böler ve kendi tarikatı dışındakileri batıl görür. Atatürk bu nedenle tarikatları yasaklayarak, akıl ve inancı sentez eden Türk İslam kültürünü öne çıkarmak istedi. Ayrıca dinin bilimsel olarak incelenip araştırılmasını sayesinde, cahil tarikat şeyhlerinin kişisel yorumları ile kutsal dinin yozlaşmasını ve kötü amaçlar için kullanılmasının önüne geçmek istedi. Ancak Diyanet bugün, bilimselliği bir kenara itip; siyasetin ve tarikatların kontrolünde işliyor. Ne yazık ki son yıllarda, dini ideolojiye dönüştüren, bu yetmezmiş gibi ticarete ve kutuplaşmaya alet olarak kullanan tarikatların önü siyaseten açıldı. Siyasi iktidara ortak yapıldı. Bu yüzden kutsal din her zamankinden daha fazla kirletildi. Kutsal din; siyasetin, ticaretin, devleti paylaşmanın, cehaleti kutsamanın, demokrasiyi rafa kaldırmanın, baskı ve yandaşlığa alet etmenin ve hatta bir devlet darbesinin aleti olarak kullanıldı. Parlamenter demokrasi yerine ikame edilen kişi egemenliği modeli de; bir yandan, cehalete ve kör inanca dayalı tarikatların önünü açıp, onların desteği ile iktidarda kalmak için kutsal dini ideolojiye dönüştürdü. Din adamı geçinenler siyasi beyanat vermeyi görev edindiler. Diğer yandan siyaset, Batı emperyalizmine karşı Mustafa Kemalin kurduğu barajları ortadan kaldırdı. Eskiden kararlar sırasıyla, bakanlık, sonra hükümet, ayrıca milli güvenlik belgeleri açısından ve nihayet meclisten; yani çok sayıda kontrol süzgecinden geçerdi. Oysa şimdiki tek kişiye bağlı sistem, tam da emperyal güçlerin en çok işine gelen. Hele birde, akıldan ve bilimden yoksun, kör inanca dayalı, sorgulamak yerine biata dayalı, çoğu Arap ülkelerindeki gibi şeriatçı ve hilafetçi yapılanma tamda emperyalizmin tek istediği yapıdır. Bu gerçek ışığında ülkemizde hilafetçi söylemlerin yükselmesi, “Yunan kazansaydı” diyenlere itibar edilmesi, SADAT kurucusunun en üst düzeyde danışmanlık yapması ve benzeri uygulamalar, bir emperyalizm projesi olan “hilafetçi anlayışa kapı mı aralanıyor?” düşüncesini ister istemez gündeme taşıyor. Üstelik Anayasa gereği Cumhuriyeti korumakla yükümlü savcıların bu aslı görevden imtina etmesi, aklıselim insanların endişe ve tedirginliğini daha da arttırıyor. Zira kutsal dini kirleten cehalet ve bağnazlığın ışığı yoktur; insanları aydınlığa değil, bağımlılık ve karanlığa taşır. Oysa geleceği, akıl ve bilimle temellenen inanç birlikte yaratır.