Sorun doğru teşhis edilemezse önlem almak, sorunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ülkemizde sorunların doğru teşhis edilememesinin yanında pek çok sorunumuz; siyasi kazanç uğruna, toplumsal algıya yön vermek maksadıyla inkâr edilmekte, çarpıtılmakta, saptırılmakta, toplumun dikkatinden kaçırılmaya çalışılmakta, sorunları ve çözüm önerilerini dile getirenler en ağır itham ve iftiralarla suçlu gösterilmektedir. Bu da çözümü zorlaştırmakta, sorunu yaratanlara fırsatlar vermektedir.
Ülkemiz; son yıllarda giderek artan iç ve dış sorunlarla karşı karşıyadır. İçeride; bir türlü önlenemeyen şiddet olayları, özel hastanelerde maddi çıkar uğruna katledilen bebekler, kadın ve çocuklarımızın öldürülmeleri, istismara maruz kalan çocuklar, tarikat ve cemaatlerin eğitim alanına kadar nüfuz etmeleri ve gelecek nesillerimizi zehirleyen uygulamaları, halkımızın kutuplaştırılması, vatandaşlarımızın büyük bölümünün açlık ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, güvenlik zafiyeti, adli ve hukuki eksiklikler, devlet kurumlarına yuvalanmış çıkar odaklarının bütün bu sorunlardaki rolü ve etkisi ile dışarıda; Yunanistan ve İsrail’den kaynaklanan tehditler, Rusya-Ukrayna savaşının olumsuz etkileri dururken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli; bebek katili Apo’yu hapisten çıkarmaya odaklanmış, Türkiye Büyük Millet Meclisine davet etmiş ve PKK terörünün bu şekilde önleneceği fikrini ortaya atmıştır.
Son 10-15 yıldır terörün kökünün kazındığı, yurt içinde terörist kalmadığı, yurt dışındaki terör gruplarına darbe üstüne darbe vurulduğu söylenirken bu açılıma neden gerek duyulmuştur? Bahçeli’nin bu açılımı; Apo’yu verelim, ona siyasi bir misyon uyduralım, daha başka taleplerinizi de karşılayalım, saldırılarınızı durdurun anlamına gelmez mi? Bu açılım teslimiyet olarak algılanmaz mı? Ülkemizi ve güvenlik güçlerimizi PKK karşısında zafiyet içinde göstermez mi? Türkiye; PKK’dan barış talep edecek derecede zafiyet içinde midir? Yoksa bu PKK’nın arkasındaki emperyalist ülkelere verilen bir mesaj mıdır? Bu mesajla emperyalist projenin ülkemizdeki amacına yol mu açılmaktadır?
Asıl ve her şeyden önemlisi; Bahçeli’nin açılımı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açılımı “tarihi bir fırsat penceresi” olarak gördüğünü söylemesi, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu açılımı destekleyen yaklaşımı, sorunun; terör sorunu olarak değil de “Kürt sorunu” olarak gösterilmesi PKK’yı siyasallaştırma amacına yönelik midir? Bütün dünyada emperyalizmin maşası olarak kullanılan terör örgütlerinin ulaşmaya çalıştıkları son aşama; hedef ülkenin siyasi sitemine dahil olmaktır. PKK bu aşamaya mı gelmiştir? PKK siyasallaştırılmak isteniyorsa bundan amaç nedir? ABD’nin bu açılıma etkisi var mıdır? Varsa ABD bölgedeki gelişmelere, İsrail-İran gerilimine PKK ile birlikte Türkiye’yi de dahil etmeye mi çalışmaktadır?
Bahçeli bu açılımı dile getirdikten bir gün sonra PKK; başkentimizde, ülkemizin en önemli stratejik tesisi olan TUSAŞ’a saldırı düzenleyerek, Bahçeli’nin açılımına bir anlamda; “hala ayaktayız, daha pek çok talebimiz var, bu taleplerimiz kabul edilmezse savaşa devam edeceğiz” cevabı vermiş gibi görünmektedir.
Bu saldırının planlaması, hazırlığı, icrası, eylemin her safhasının naklen yayınlanması, istihbarat ve güvenlik sistemindeki eksiklik ve aksaklıklar pek çok soru işaretine neden olmuştur. Bütün bu soruların tek tek ele alınması, cevaplanması gerekmektedir. Ülkemizdeki sorumluların bundan sonra alacağı tavır soru işaretlerini ortadan kaldıracak nitelikte olmalıdır. PKK saldırısının hemen ardından “uçaklarımızı kaldırdık, Irak ve Suriye’de 47 hedefi imha ettik, 59 terörist öldürüldü” açıklaması tatmin edici değil, soru işaretlerini çoğaltıcı bir açıklamadır? Nitekim pek çok vatandaşımız; “bu 47 hedefi bir gecede imha edecek gücümüz varsa neden bugüne kadar imha edilmedi?” sorusunu sormaktadır.
Ülkemizde bunca sorun varken ve her geçen gün altından kalkılması zorlaşmaktayken Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan; Suriye, Filistin ve Lübnan’daki insanları kurtarmanın derdine düşmüş görünmektedir. Erdoğan; geçtiğimiz günlerde Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile yaptığı görüşme sonrasında sorulan bir soruya “Suriye’den ve Lübnan’dan ülkemize gelen mültecilere kapımızı açık tuttuk. Halen de açık.” cevabı vermiş “Lübnan’daki Türkmenlerin de içeriye alınacağını, onlara da kapımızı açık tuttuğunu” söylemiştir.
Almanya Başbakanı Scholz ise konuyu daha ileri götürerek “ülkesinde suç işleyen yabancı uyruklu şahısların geldikleri ülkeye geri gönderileceği” açıklaması yapmıştır. Ülkelerindeki olumsuz koşullardan kaçarak Avrupa’ya sığınmaya çalışan insanların büyük çoğunluğu Türkiye güzergahını kullanmaktadır. Scholz’un “kendi ülkeleri” yerine “geldikleri ülke” vurgusu yapması Almanya’da suç işleyen yabancı uyrukluların büyük çoğunluğunun Türkiye’ye gönderileceği şeklinde algılanmıştır.
Avrupa ülkeleri yabancı uyruklular konusunda bu derece hassasiyet gösterirken hükümetimizin son 10 yıldır Avrupa’yı yabancı istilasından korumak uğruna ülkemizde ısrarla uyguladığı kontrolsüz sığınmacı politikası giderek altından kalkılamayacak sorunlar yumağına dönüşmektedir. Ülkelerindeki olumsuz koşullardan kaçan, Avrupa’nın istemediği insanlar sorgusuz sualsiz ülkemize kabul edilmekte, diledikleri yerlere yerleştirilmektedir. Bu durum ülkemizin nüfus yapısını bozmanın yanında terör örgütlerine de fırsat yaratmakta, huzur ve güvenliğimizi tehdit etmektedir. Giderek büyüyen sorunlarımızın nedenlerinden birisi de bu kontrolsüz sığınmacı politikasıdır kanaatindeyim.
Almanya Başbakanı Scholz’un ülkesinde suç işleyenleri geldikleri ülkeye geri gönderme açıklaması da gösteriyor ki; bunu artık ensar-muhacir kavramlarıyla, insani yaklaşımla izah etmek mümkün değildir. Asıl maksadın Avrupa’yı yabancı istilasından korumak ve bundan çıkar sağlamak olduğu konusundaki endişeler bu açıklamayla daha da yerine oturmuştur.
Lübnan’da savaştan etkilenen Türkmenlerin ülkemize alınması konusu da oldukça hassas bir konudur. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türkiye’nin etkili olabilmesi, bölgedeki gelişmelerde söz sahibi olabilmesi için bu ülkelerde haklarını savunacağı unsurların olması gerekmektedir. Türkmenler Türkiye’ye kabul edildiği taktirde Türkiye’nin bu ülkelerde haklarını savunacağı kitle kalmayacaktır. Bu nedenle tehdit altındaki ülkelerde müzahir yerel halkın yerinde kalması ve yerinde desteklenmesi esas alınmalıdır. 90’lı yıllarda Irak’ta bu yapılmış, Irak Türkmenleri Türkiye’nin desteğiyle ülkenin siyasi siteminde söz sahibi olmuşlardır. Lübnan’daki Türkmenler de yerlerinde kalmalı, ülkenin siyasi sisteminde söz sahibi olacakları güce eriştirilmeli, irtibatımız sürdürülmelidir. Ülkemizde PKK’nın siyasallaşmasının önünü açacak açılımlara kapı aralanırken Lübnan’daki Türkmenleri yerlerinden edecek uygulamalar ne anlama gelmektedir? Bu konu da izaha muhtaçtır.
Ülkemizdeki siyasi, sosyal, ekonomik, güvenlik sorunlarının hiçbirisinin birbirinden bağımsız olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle sorunların analizinin çok iyi yapılması, kaynağının ve nedenlerinin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya konması ve halkımızın bilmesi gerektiği kadar doğru bilgilendirilmesi gerekmektedir. Bu şekilde milli mücadele ruhu pekiştirilmeli, her türlü tehdidi bertaraf edebilecek güce ulaşmamızın yolu açılmalıdır. Bunun için de Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarımızdaki tam bağımsız uygulamalarından örnek alınmalıdır.