Kılıçdaroğlu tarikatlar, cemaatler konusunda daha açık politika izlemelidir!

Gazeteci yazar Murat Kışlalı, GÖZLEM’in ülke gündemindeki olaylar ve gelişmelerle ilgili sorularını cevapladı. Kışlalı, son dönemde Anayasa’nın “Değiştirilemez, teklif dahi edilemez” ilk 4 maddesine aykırı açıklamalar, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Nureddin Nebati’nin atanmasından sonra ekonomide yaşanan gelişmeler, rekor seviyede oluşan bütçe açığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek” açıklamaları, Ankara Kulislerinde Mart ayında AKP ve MHP’den 60 civarında milletvekilinin Gelecek Partisi’ne geçeceği söylentileri hakkında açıklamalarda bulundu. İşte görüşleri…

 

GÖZLEM – Gözlem’in bu haftaki manşeti; “Quo Vadis Türkiye” başlığı ile çıkıyor. Anayasa’nın “Değiştirilemez, teklif dahi edilemez” ilk 4 maddesine aykırı açıklamalar, özellikle “Laik, sosyal, hukuk devleti” ilkesine aykırı uygulamalar, olaylar, gelişmeler her güne ve yurt sathına yayılıyor. Görüşünüz?

K – Son olarak bir cami imamının Sezen Aksu’nun beş yıl önceki şarkısı üzerinden çıkarmak istediği tartışma aslında iki açıdan ilginç. Birincisi Sezen Aksu’nun ifade ettiği ve imamın hedef aldığı sözlerin tamamı şu: “Binmişiz bir alâmete. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e…” Benim bu sözlerden anladığım, imamın tam aksine, “Mevcut düzen o kadar bozuldu ki, Havva ile Adem bugünleri görse çok şaşırırdı, hayal bile edemezlerdi, o yüzden ‘cahil’ kalırlardı.” Bu itibarla bakıldığında bu ifadeler dine karşı değil bilakis gerçek bir dindarın bakış açısıyla, olması gerekeni ama olmamış olmanın şaşkınlığını içeriyor. Ancak esasında düşündüğüm imamın kızdığı noktanın bu sözlerin hakikaten dine karşı söylendiğini düşünmesi değil, tam da tersine bu sözlerin “dini siyasete alet ederek insanları kandırmayı amaçlayan dincilere” karşı söylenmiş olması ve aslında bugün iktidarda olanların dini nasıl yozlaştırmaya çalıştıklarını göstermesi. Dolayısıyla imamın foyaları açığa çıkardığını düşündüğü için bu sözleri hedef alarak bir polemik yaratmaya çalışmış olduğu anlaşılıyor. Üzerine burada tabii bir de büyük ölçüde mevcut ekonomik olumsuzlukların belirlediği gündemi değiştirme isteğinin de yatması var. İktidar ve onun çekirdek zihniyeti, ekonomik gelişmelerin seçmen kitlelerini kendilerinden uzaklaştırdıklarını farkederek –ki açıklanan son kamuoyu yoklamaları da hem seçim tahminleri olarak, hem de ülkenin düşünce yapısı olarak seçmenlerin iktidardan ve temsil etme iddiasında olduğu fikirlerden uzaklaştığını ortaya koyuyor– her zamanki tipik “biz-siz” kutuplaştırmasına başvurup “saflarını sıklaştırmaya” çalışıyor. Bir de buna “her türlü radikalleşmenin daha da fazla radikalleşme getirdiği” gerçeğini eklemek gerekiyor. Erdoğan önceden oluşturduğu geniş uzlaşı iktidarında aşırılıkları yeri geldiğinde dengeleyip yumuşatma yoluna giderdi. Ancak ekonomik düzen bozulup seçmen kitlelerinin kendisinden uzaklaştığını, artık “uzlaşı” ile bazı kesimleri ikna edemediğini gördükçe, kendi arka bahçesinde bulunan tabanının “aşırı” uzantılarının “aşırılıklarını” daha fazla benimseyip, kendisinden rol çalınmaması için bu aşırı kesimlerin önünü de almak adına bu “aşırı” fikirlere daha fazla sahip çıkmaya, daha fazla uygulamaya sokmaya başladı. 20 yıldır iktidarda olduğu halde “Nass”lardan şimdi bahsetmeye başlaması da bunun göstergesi. Bu zihniyetin maalesef “fıtrat”ında bu var. Bu durum bir sonraki seçimlere kadar maalesef daha da artarak devam edecek gibi gözüküyor. İnşallah iktidarlarını korumak için daha da “aşırı” yollara başvurmazlar.

GÖZLEM – Muhalefet, Türkiye’nin bekası konusunda bu “olumsuz gelişmeler ile ilgili” gerekeni yapıyor mu; “Ne yapmalı” sorusunun cevabı ne olabilir?

K – Genelde muhalefetin, ama özelde CHP’nin bu konuyla ilgili en büyük sorunu ve ikilemi, iktidarın kullandığı dinci dile ve uygulamalara karşılık verirken gerçekten dindar olan ya da sağ-muhafazakâr olup mevcut ekonomik ve diğer olumsuzluklarla “kararsız” olan seçmen kitlesini kaçırmamak. CHP’liler ve özellikle Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu tür konularda laik devletin koruyucusu olması gerekirken, bu kararsız seçmeni ve kendi ittifakının sağ kesimini oluşturan diğer partilerinin seçmenini rahatsız etmemek adına “ürkek” davranıyorlar. Nur tarikatı evinde kalan ve çok acıklı bir paylaşım sonrası intihar eden üniversite öğrencisi Enes Kara örneğinde Kılıçdaroğlu, yeterli tepkiyi göstermemiş olmalarına dönük eleştirilere “İki nedenle hassasiyet gösterdim. Birincisi bilim insanlarının, bu tür olayların yazılması, dillendirilmesi konusunda uyarısı var. İkinci olarak da çok acı, çok üzücü, yürek parçalayan bir olayı sıcağı sıcağına siyasete konu etmeyi etik bulmadım” diye yanıt verirken, Millet İttifakı’nın üyesi olması beklenen Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan bile “Cemaatler ve tarikatlar bu toprakların yüzlerce yıllık geleneği. …Yasakladığınızda kayıt dışına çıkıyorlar, daha gizli saklı oluyor her şey. … Devletin denetim fonksiyonlarının adil bir şekilde sürekli devrede olması gerektiğini düşünüyoruz. …Devlete nüfuz etmek, devleti yönetmeye çalışmak, devlet yönetiminde etkili olmak, devlet gücünden hisse almak gibi işlere girdiği zaman devletin ‘Orada dur’ demesi lazım” önerisinde bulunabiliyor. Bu öneriyi doğrudur yanlıştır tartışabilirsiniz ama Kemal Bey’in bu kadar esas bir konuda daha açık bir politika izlemesini beklersiniz. “Tarikatlar kapatılmalıdır” diyemiyorsa en azından Babacan’ın söylediği gibi “Denetlenmelidir, AKP zamanında denetim kaldırıldığı için bu durumla karşı karşıya kalınıyor” diyebilmesi lazım. Ama diyemiyor, çünkü kendi ittifakı seçmenini ve kararsızları ürkütmekten korkuyor. Bu bir ikilem. Çözmek için “Uzmanlar dillendirmeyin diyor, ben de siyasete alet etmeyi etik bulmadım” demekten daha doğru bir politika çizgisini CHP’nin kendi içerisinde tartışıp, çıkartıp, dillendirmesi gerekir. Nihayetinde denetimsiz tarikatların Türkiye’yi ne hale getirdiği siyasetin ana konusudur. Bir “bel altı vurma” alanı değildir.

 

GÖZLEM – Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Nureddin Nebati’nin atanmasından sonra alınan ekonomik tedbirlerin ilk ay karnesi için neler söyleyebilirsiniz?

K – Döviz kurunun aşırılığının bir kısmı geri alındı ki bu zaten son derece sığ bir noktada işlem gördüğünden böyle olacaktı. Öte yandan ekonomi canlı tutulmaya çalışılıyor ve her ne kadar aldıkları önlemler kredi faizlerini düşürmese de ekonomide “kısmi” bir canlılık var ancak bu canlılık ekonomik çalkantıdan son derece olumsuz etkilenen dar kesimlerin durumunu iyileştirmeye dönük değil. Evet, yapılan kısmi ücret artışları dar gelirlilerin bir kısmını geçici bir süre olumlu etkileyebilir. Ancak bu artışlar, iktidarın canlı ekonomiyi desteklemede kullandığı “para basma” anlamına gelecek yöntemlerin etkilerinin görülmesiyle enflasyon, yani “hayat pahalılığının sarmal bir şekilde devamı” şeklinde kendini gösterecek. Şu anda fırtına öncesi “sessizlik” dönemindeyiz. Sessizlikten kastım insanların isyan etmemesi, sıkıntılarını dile getirmemesi değil, toplu olarak çok daha büyük sıkıntıların henüz başlamaması anlamındadır. Yakın gelecekte ekonomi çarkları özellikle dar gelirlilerin alım gücünün düşecek olması nedeniyle çok daha fazla sıkışırken, –belki toplu iflaslar, belli sektörlerde döngünün bozulması gibi sıkıntılarla karşılaşılacak – diğer taraftan enflasyon da bir sarmal içine girebilir.

GÖZLEM – “Rekor” bütçe açığı konusundaki yorumunuz; 2022’de ne olabilir?

K – İktidar ekonomiyi canlı tutmak için harcama kanallarını açmak zorunda. Önemli kısmı para basmayla gelen bütçe açığı bu yüzden. Ekonomide canlılık algısı yaratmak için. Algı diyorum çünkü bu canlılık ekonomiye eşit bir şekilde dağılmıyor. Belli kesimler bu canlılıktan hiç faydalanmadığı gibi artan enflasyon karşısında bugünkü durumunu da arar hale gelecek. Büyük bütçe açığı bir süre “canlılık” algısı yaratır ama eninde sonunda enflasyona yol açacağı için bu gün durumları çok kötü olan kesimlerin sayısı artmaya, durumları da kötüleşmeye devam edecek.

GÖZLEM – Erdoğan’ın “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek. Onların da kendi içlerinde ayrı bir hesaplaşmaları var. Ve bu hesaplaşmayı da yapacaklar” sözünü nasıl yorumluyorsunuz? “Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yemiş ’40 bin çocuğun katili’ terörist başının, Cumhurbaşkanı’nca ‘hesap verilecek kişi’ olarak nitelendirilmesi” sizce ne anlama geliyor?

K – Erdoğan’ın Öcalan’a “terörist başı” olarak baktığını sanmıyorum. Öyle olsa açılım sürecinde hükümet olarak, devlet olarak muhatap alıp masaya oturmazdı. Erdoğan Öcalan’ı daha çok HDP ve Kürt seçmen ile ilgili planlarında “kullanabileceği” bir aktör olarak görüyor. Öcalan ile Demirtaş arasında bir yaklaşım farkı olduğu artık bariz. Öcalan PKK’yı arkasına alarak “siyaset” yapma ve varlığını bu şekilde sürdürme peşindeyken, Demirtaş ise Kürt siyasetinde “olabildiğince Türkiyeli” olma hedefi güdüyor. Erdoğan’ın ise bu “kırılımdan” azami faydayı sağlama hesabında olduğu anlaşılıyor.

GÖZLEM – Ankara Kulislerinde Mart ayında AKP ve MHP’den 60 civarında milletvekilinin Gelecek Partisi’ne geçeceği söyleniyor. Daha önce Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ’ın “40 milletvekili ile görüşüyoruz” açıklamasından sonra, ekonomist Atilla Yeşilada “sayıyı 60’a çıkararak ‘kopma duyumları’ aldığını” söyledi. Ne dersiniz?

K – Diğer cephede de Cumhurbaşkanlığı sisteminde “iyileştirmeler” yapılması karşılığında İyi Parti’nin Cumhur İttifakı’na katılacağına dair sözde “duyumlar” var. Bu sözde duyumlar ne kadar olası değilse, henüz seçimin gözükmediği ve Cumhur cephesinde bir bölünme işareti olmadığı şu dönemde 40 veya 60 milletvekilin hep beraber muhalif saflara geçmesi de bana o kadar olası gelmiyor. Bu konuda bana gelen bir duyum yok. Şu tabii ki var, çeşitli görüşmeler, istişareler yapılıyor. Ancak 60 milletvekili İyi Parti veya Deva’ya geçecek olsa, zaten mevcut iktidar Meclis’teki çoğunluğunu kaybeder. 40 milletvekili kaybı bile hükümeti düşme noktasına getirir.

GÖZLEM – Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın “hak ihlalleri ve hukuk devleti” konusundaki konuşmasını nasıl yorumluyorsunuz?

K – Bu konuşmayı, doğrudan iktidarı işaret etmese de “iktidarın şekillendirdiği yargı sistemindeki yargı ihlallerinin hukuk devletini nasıl yaraladığına” dair bir manifesto niteliğinde görüyorum. Zühtü Arslan konuşmasında –dini değerleri savunur gözüktüğü için iktidarın temel alması gereken– Mecelle’nin “Hâkim beyn-el basmeyn adl ile me’murdur” hükmünü örnek göstererek “Buna göre hâkim taraflar arasında eşit davranmakla yükümlüdür. … İkincisi … “Hâkim hakkaniyete uygun şekilde yürüttüğü yargılamayı aynı şekilde adil bir kararla sonuçlandırmalıdır” diyor. “Yapmalıdır, yükümlüdür” derken aslında mevut durumda bunların böyle “yapılmadığını” söylüyor. Arslan ayrıca “Anayasa Mahkemesi yargılamanın tüm aşamalarında … adil yargılama hakkının korunması gerektiğini zira bunun ‘hukuk devleti olmanın bir gereği’ olduğunu vurgulamıştır” diyerek aslında kanımca “hukuk devleti olma” noktasında bile sıkıntılı bir durumun mevcut olduğuna işaret ediyor. Arslan hukuk devletinin olmazsa olmaz unsurlarından birinin “yargılamanın hakkaniyete uygun olarak yapılması” olduğunu, “adli yargılanma hakkının tüm unsurlarıyla korunması gerektiğini” ifade ediyor. Demek ki mevcut uygulamada bu alanlarda sorunlar var. Arslan Anayasa Mahkemesi’ne 2021 yılında yapılan 66 bin civarında başvurunun yüzde 73’ten fazlasında “adli yargılama hakkının ihlal edildiği” şikayeti bulunduğunu, “2012 yılından bu yana verilen toplam ihlal kararları içinde de adil yargılanma hakkı ihlalinin yaklaşık yüzde 77 ile birinci sırada” olduğuna dikkat çekiyor. “Bu sayı ve oranlar bize adli yargılama konusunda önemli bir meselemiz olduğunu söylüyor” diyen Arslan uyarılarını da şöyle sıralıyor: “Anayasa Mahkemesinin ihlâl kararlarında belirtilen gerekçelerin idari ve yargısal mercilerimiz tarafından gereği gibi değerlendirilmesi, yeni ihlallerin önlenmesine yönelik gerekli adımların vakit kaybetmeden atılması zorunluluğu bulunmaktadır”. Yargının en tepesindeki kişinin 20 yıllık iktidara karşı bu ifadeleri çok önemli “eksiklik” tespitleri ve uyarılar.

Loading