Glasgow “İklim” Zirvesi’nde hedef kayması; “Bla bla bla”

İskoçya’nın Glasgow kentinde düzenlenen ve COP26 olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Zirvesi sonucunda imzalanan anlaşma, Paris hedeflerini canlı tutmayı başarsa da küresel ısınma ve etkilerini azaltma konusunda yetersiz bulundu.

İki hafta süren ve zorlu müzakerelere sahne olan zirvenin sonunda, sayısı 200’e yakın olan katılımcı ülkenin tamamı bir anlaşma metni üzerinde uzlaştı.

İmzalanan metin, devletlerden “ilk kez kömüre olan bağımlılıklarını azaltmaları ve verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarını aşamalı olarak bırakmalarının istenmesi” bakımından önem teşkil ediyor.

Aslında toplantıda “kömüre bağımlılığın ‘azaltılmasının’ değil, adım adım bitirilmesinin” karara bağlanması bekleniyordu.

Türkiye, çok sayıda ülke ve kuruluş tarafından üstlenilen 30’un üzerindeki taahhütten 4’üne taraf oldu: Sıfır Emisyonlu Araçlar Mutabakatı, Ormanlar ve Arazi Kullanımı Üzerine Liderler Deklarasyonu, Atılım Ajansı ve Uluslararası İklim Hedefleri Koalisyonu Deklarasyonu…

Türkiye yoğun olarak tartışılan “Kömürden Temiz Enerjiye Geçiş Deklarasyonuna imza atan ülkeler” arasında ise yer almadı.

Anlaşmada ayrıca, “ülkelere emisyon azaltma hedeflerini yükseltmeleri için tanınan süre, 2025 yılından 2022’ye çekildi.”

Ancak gözlemcilere göre, varılan anlaşma beklenen ve istenen “küresel ısınma tehdidinin bertaraf edilmesi ve iklim değişikliğinin neden olduğu çevre olaylarından etkilenen ülkelere maddi yardımda bulunulması” gibi hedefleri tutturamadı.

Son dakika değişikliği

Anlaşma metninde yer alan bir ifade, ekonomileri kömür kullanımına bağımlı olan Hindistan ve Çin’in itirazları üzerine son dakikada değiştirildi.

Filtresiz kömür kullanımının “aşamalı olarak bırakılması” için çağrı yapılmasına karşı çıkan Hindistan ve Çin, bu ifadenin yerine “aşamalı olarak azaltma” tabirinin yazılmasını sağladı.

Çin, Hindistan, ABD ve Avrupa Birliği’nden elçiler arasındaki görüşmelerin ardından yapılan değişiklik sonrası tüm ülkeler metni imzaladı.

Hindistan Çevre ve İklim Bakanı Bhupender Yadav, Reuters’a yaptığı açıklamada, “Biz gelişmekte olan ülkelerin sesi oluyoruz” ifadesini kullanırken anlaşmada “kömürden bahsedilip petrol ve doğal gazdan söz edilmemesini” eleştirdi. Geçmişten bu yana “sera gazı emisyonundan en fazla sorumlu olan ülkelerin zengin devletler olduğunu” hatırlatan Hint Bakan, “Hem gelişmekte olan ülkeler hem de iklim değişikliği için makul olan bir konsensüse varılması için çaba gösterdik” dedi.

Tepkiler

ABD’nin iklim elçisi John Kerry, Glasgow İklim Anlaşması’nın onaylanması için gerçekleştirilen son oturumda yaptığı konuşmada “Tüm taraflar rahatsızsa, bu iyi bir müzakeredir. Ve sanırım bu iyi bir müzakereydi” dedi.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres anlaşmayı memnuniyetle karşıladı ancak “yeterli olmadığını” belirtti. Guterres “Hâlen iklim felaketinin kapısını çalıyoruz” dedi.

İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, Twitter’dan paylaştığı mesajda, “COP26 sona erdi. İşte size kısa bir özeti: Bla, bla, bla / Nokta nokta nokta” ifadesini kullandı.

Genç aktivist, “Ama gerçek çalışma bu salonların dışında devam ediyor. Ve biz asla ama asla vazgeçmeyeceğiz” diye ekledi.

Paris Anlaşması’nın mimarı Laurence Tubiana da AFP’ye yaptığı açıklamada, “COP26’nın iklim değişikliğinden zarar gören insanların beklediği acil yardımı sağlamayı başaramadığına” vurgu yaptı.

Avrupa Komisyonu ise varılan anlaşmanın “Paris hedeflerini canlı tuttuğunu” belirtti.

*********

“ZİRVEDEN ÇÖZÜM SÜRECİNE YÖNELİK POLİTİKACILARDAN KESİN KARARLAR ÇIKMADI”

Emine Helil İnay Kınay (Eski Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı) – Sanayileşme, kentleşme, nüfus artışı ile birlikte çevre sorunları da geçmişten günümüze artarak devam ederken, kar hırsına dayanan ve tüketimi sürekli destekleyen yönlendiren yönetim anlayışı doğanın varlıklarını ortadan kaldırmaya ve geri dönülemez hasarlar vermeye devam ediyor. Ekolojik Yıkım olarak tanımladığımız bu süreçte insan eli ile yürütülen tüm faaliyetlerin sonuçlarını ise küresel ölçekte yaşadığımız ve yaşamaya devam edeceğimiz felaketler ile görüyoruz, Bir taraftan canlı yaşamı için vazgeçilmez olan doğal kaynakların azalması, kirlenmesi ve buna bağlı oluşan sorunlar yaşamımızı tehdit ederken, diğer taraftan bu sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan iklim değişikliği ve buna bağlı faktörler ile de mücadele ve zorluklar kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor

Dünya İklim Değişikliği ve mücadele tartışmaları ile 1994’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1997’de Kyoto Protokolu ve son olarak Birleşmiş Milletler platformunda, 21. Taraflar Konferansında (COP-21) kabul edilen Paris Antlaşması ile küresel ve yerel ölçekte önlemler ve çözümler tartışılmaya, kararlar alınmaya devam ediyor.

İskoçya’nın Glasgow kentinde 31 Ekim’de başlayan ve iki hafta süren İklim Değişikliği Zirvesi (COP26) konferansı Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 197 ülkenin küresel ısıtmayı 1.5 derecede tutmak için atacağı adımların tartışıldığı konferans sonunda imzalanan anlaşma metni, “bilim ve aciliyet”, “uyum”, “uyum finansmanı”, “azaltım”, “azaltım ve uyum için finans, teknoloji aktarımı ve kapasite geliştirme”, “kayıp ve zararlar”, “uygulama”, “işbirliği” başlıkları altında sıralanan 97 maddeden oluşuyor. Ancak anlaşma; Paris Antlaşması ile ortaya konan küresel ısınma hedefleri, kayıp ve hasarlar, iklim değişikliğinin finansmanı gibi konularda ilerlemeler olsa da iklim krizinin geldiği noktada acil eylem ve çözümlere ilişkin resmi imza ya da kesin politikalara dönüşmedi. Dolayısı ile süreç taahhütlerin verildiği ancak uygulamaya esas kesin kararların politikaların ortaya konmadığı bir sonuçla tamamlandı.

Kömürden çıkışa yönelik finansal süreçler, sera salımındaki azalma taahhüdü, ormansızlaşma ve arazi kullanım taahhüdü gibi niyetlerin ortaya konduğu süreçte; çevresel dürüstlük kavramı da dikkat çekti.

Türkiye’de zirvede yerini aldı ve COP26’nın ikinci gününde, konferansın “ilk büyük atılımı” olarak not edilen “Ormanlar ve Arazi Kullanımı Üzerine Glasgow Liderler Deklarasyonu” Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 133 ülke tarafından imzaladı. Deklarasyonu imzalayan hükümetler, sürdürülebilir kalkınma kapsamında kapsayıcı bir kırsal dönüşümü teşvik etmeyi ve 2030 yılına kadar orman kaybını ve arazi bozulmasını durdurmak ve tersine çevirmek için birlikte çalışmayı taahhüt ettiler. Ormanların ve diğer karasal ekosistemlerin korunması ve bozulmuş ekosistemlerin restorasyonu, sürdürülebilir tarım ve gıda güvenliği yönünde tarım politikalarının uygulanması, ormansızlaşma ve arazi kullanım değişikliğine neden olmayan ticaret ve kalkınma politikalarının geliştirilmesi gibi konularda çaba sarf edilmesi de bildirgede yer alıyor. Ancak bu süreç yeni değil, ormansızlaştırma taahhüdü geçmiş dönemlerde yapılan anlaşmalarda da yer alan bir süreçti.

46 ülke ile çeşitli bölgesel yönetimler ve kurumlar yeni kömür yatırımlarını sonlandırmak, temiz elektrik üretimini hızlandırmak, elektrik üretiminde kömürden çıkmak ve bu dönüşümden etkilenecek kömür işçileri ve bölgelerini gözetmek taahhüdünde bulundu. Deklarasyonda dikkat çeken husus; en çok kömür kullanan ülkelerden Güney Kore, Endonezya ve Vietnam’ın da imzacı olması ile ilk kez kömürü kullanımdan kaldırma ve/veya yeni kömür santrali inşa etmeme sözü vermiş oldu. Ancak Türkiye kömürden çıkış sürecine yönelik deklarasyonda imzacı olmadı.

Zirvede yapılan değerlendirmeler ve çıkan sonuçları ile liderlerin salonda, yaşam savunucularının sokakta olduğu süreçte; ekonomi, tüketim gibi kavramları ile birlikte yürütülmesi gereken acil çözüm sürecine yönelik politikacılardan kesin kararlar çıkmadı. Olumlu gelişmeler ve niyet beyanları ile sonuçlanan değerlendirmeler yaşadığımız iklim krizi ve felaketinin gerçekliğinin yöneticileri tarafından ekonomiyi önde tutma noktasından çevirmediğini gösteriyor.

Tüm bu toplantılar, kararlar ve uygulamalara baktığımızda; 1992’den beri imza atılan anlaşma, protokol ya da sözleşmelerin iklim krizini çözme noktasında yetersiz olduğunu, iklim değişikliğine neden olan sera gazlarındaki ve sıcaklıktaki artışın da düzenli olarak devam ettiğini görüyoruz.

Paris Anlaşması, ülkeleri küresel ısınmayı yüzyıl sonuna kadar “iki derecenin altında, tercihen 1,5 derece ile sınırlama” konusunda zorluyor Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 1,5 derece özel raporu ve birçok çalışma ile ortaya konan değerlendirmeler, yaşanan ve yaşanacak iklim felaketleri gibi süreçler iklim değişikliği ile mücadeleyi bir ortak politika haline getirdi ve devletler de gönüllü ya da gönülsüz olarak uyum sağlamak zorunda kalıyor”

Avrupa Yeşim Mutabakat konusundaki sınırlamalar ve zorlamalar da Türkiye’yi Paris İklim anlaşmasını imzalamaya ve bu sürece iten faktörlerden. Dolayısı ile bu süreçte sadece çevre politikaları değil ekonomi politikaları ve iş dünyası ile ilgili de bir döneme girildi.

Bu süreç; Türkiye’de yatırım, üretim ve istihdam politikalarında yeni bir süreç anlamına geliyor. Özellikle Avrupa Yeşil Mutabakat da üretici ve ihracatçıların gündeminde olacak.

Ülkemizde sera gazı emisyonlarının %70 inden fazlası enerji sektörü kaynaklı. Enerji, sanayi ve ulaşım kaynaklı fosil yakıt tüketimi de önemli paydalardan. Dolayısı ile tüm sektörlerde doğru bir planlama ile dönüşüne ihtiyaç olacak. Verilen taahhütler çerçevesinde ağır sanayinin olduğu bölgelerden başlayarak bu sürecin planlanması gerekiyor.

Bir taraftan iklim değişikliği mücadele sürecine ilişkin eylem planları, sera gazı emisyonlarının azaltımına yönelik hedefler ortaya konarken diğer taraftan ülkede çevre yönetimine yönelik yürütülen politikaları ve uygulamaları gördüğümüzde söz ve eylem arasında büyük farklar olduğunu görüyoruz. Örneğin; mevcut termik santrallerin yarattığı olumsuzluklar ve verilen muafiyetler ile buna ek olarak yeni planlanan kömürlü termik santral yatırımları göz önüne alındığında bu tek örnek bile eylem ve söylem arasında büyük fark olduğunu gösteriyor.

Ülkemizde yatırımların planlanması kapsamında yenilenebilir enerjiye yönelik çalışmaların gerçekleştirilmesi, kirletici sektörlerden uzaklaşılması gerekliliğini her zaman dile getiriyoruz.

Sonuç olarak;

İklim sorununun aslında bir sistem sorunu olduğu gerçeği ile ekolojiyi, ekonomiye kurban eden yönetim ve uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkan iklim krizi ve afetlere yönelik olarak uluslararası ölçekte bir politika ve zorunluluk haline geldiği bir süreci yaşıyoruz. Bu noktada yaptırımlar, fonlar, karbon vergisi vb. ekonomik süreçler ile de zorunluluklar geliyor.

Tüm bu süreçlerde çevre mühendisleri olarak ülkemizin çevre yönetimi ve politikalarına dair yıllardır dile getirdiğimiz, kentleşme, sanayi, enerji, ulaşım, tarım, hayvancılık, madencilik, turizm vb. tüm sektörlerde planlama sürecinden başlayarak tüm faaliyetlerin çevre boyutunun değerlendirilmesi, yönetimi, izlenmesi ve denetimi sürecinin etkin yürütülmesi, kaynakların doğru kullanımı ve atık azaltımı, yönetimi, döngüsel ekonomi süreçlerinin etken olduğu bir dönemdeyiz. Uluslararası anlaşmalar, Avrupa Yeşim Mutabakat konusundaki sınırlamalar ve zorlamalar ile ekonomi penceresinden çevre yönetimini de zorunlu tutuyor.

Sanayileşme, kentleşme, nüfus artışı ile birlikte çevre sorunları da geçmişten günümüze artarak devam ederken, kar hırsına dayanan ve tüketimi sürekli destekleyen yönlendiren yönetim anlayışı doğanın varlıklarını ortadan kaldırma ve geri dönülmez hasarlar vermesi anlayışına karşı mücadele edilmezse; Çevre kirliliği ve sonuçlarının etkisi olan iklim değişikliğinin etkilerini çok daha fazla yaşamaya başlayacağız.

İklim krizinin etkilerini yaşamımızın her alanında yaşıyoruz artan etkileri ile yaşamaya devam edeceğiz; önlemleri tartışmaya vakit kalmadığı, acil olarak uygulamaya geçilmesi gereken süreci yaşıyoruz. Bu noktada yaşamlarımıza sahip çıkabilmek için bireyden, topluma, dünya ölçeğinde ekolojiyi, yaşamı ekonomiye kurban etmeyen politikalara, yönetim anlayışına ihtiyacımız var.