İklim Zirvesi COP26, hayal kırıklığı ile bitti

İngilizlerin, reklam ve pazarlama ustası olduğunu her zaman söylerim. Vitrin dekoru, kenar süsü, tribünlere oynama, cilalayıp, parlatma gibi aklınıza gelebilecek tüm havalı meziyetler var İngilizlerde. Bir de üstüne Boris Johnson gibi, dışı cüsseli içi boş bir Başbakan varsa ülkenin başında işte ortaya çıkan manzara COP26 gibi, vitrini güzel, içi boş oluyor. Nasıl mı?

Birleşik Krallık Hükümeti, COP26  İklim Zirvesinin organizasyonu için 100 milyon sterlin harcadı. Şimdi, bu miktarı TL’ye çevirerek canlandırın gözünüzde. 1 İngiliz Sterlini  13 Türk Lirası olduğuna göre (hatta biraz daha fazlası, maalesef)  ortaya çıkan rakamın sıfırlarını sayın bakalım.

Konu, “İklim” olunca, iklimi etkileyen bütün faktörlerin iki hafta boyunca tek tek masaya yatırıldığı, derinlemesine tartışıldığını varsayabiliriz. Normal şartlarda böyle olmuş olmalı, değil mi?

Ancak, vitrin dekoru, kenar süsü konusunda çok başarılı olan İngilizler, bu konferansa gelen herkesin ( liderlerin, delegelerin, izleyicilerin, personelin, konukların) gelirken iklime nasıl zarar verdiklerini hiç hesaba katmadılar ki hiçbir platformda bu konuya dair minicik bir bilgi bile verilmedi. Oysa, konusu iklim olan bir zirvede ne kadar karbon ayak izi ortaya çıktığı bilinmeliydi.

Türkiye’de düzenlenen  herhangi bir konferansta, orada bulunanların neden olduğu karbon salımını ölçen ve duyuran uygulamalar gördük ama İngiliz medyasında bu konuyla ilgili tek bir haber bile görmedik.

İklim Zirvesi yapıp, iki hafta boyunca 25 bin kişinin katılımını sağlayıp, onlarca panel gerçekleştirip, sayısız etkinlik düzenleyeceksiniz ve soluduğumuz havayı, yaşadığımız çevreyi kirletmeden mutlu mesut evlerinize döneceksiniz, öyle mi? Mümkün değil!

COP26, Britanya’da, toplumun pek de ilgisini çekmiş, dikkatini cezbetmiş bir etkinlik olarak algılanmadı. BBC’nin, her gün, canlı yayınlarla, bir değil günde en az 4-5 kez uzun uzun bağlantılar yapmasına, İngiliz medyasının manşetlerinde öncelik vermesine rağmen, toplantıdan ne halk ne konferanstakiler ne de organizasyon komitesi memnun. Neden mi?

Alınan kararlar, hedeflenen sonuçlarla uyumlu değil de ondan.

Birleşik Krallık hükümeti, konferans öncesinde de, esnasında da, sonrasında da, bir hayli yoğun kendisini gösterdi, zirveyi medyada gündeme taşımayı başardı ve iklim konusunu önemsediklerini gösteren çeşitli kararları alıp kamuoyuna duyurdu. Duyurdu duyurmasına ama inandırıcılık endeksini yükseltmeyi başaramadı. Johnson hükümetinin, “güven ve inandırıcılık” zafiyeti, COP26’da da kendini gösterdi.

Harcanan milyonlarca Sterlin, iklim çalışmalarına harcansaydı, gıda kıtlığı çeken toplumlara hibe edilseydi, su kaynaklarının korunması için kullanılsaydı, inanın bana milyonlarca insanın yüzü gülüyor olacaktı.

Simdi ise, komite başkanı Alok Sharma, kapanış konuşmasında da, basın toplantısında da, canlı TV röportajlarında da, ağlamaktan beter olmuş vaziyette.

Sharma, “Yapamadık, Çin’i ve Hindistan’ı ikna edemedik, kömür kullanımını azaltacaklar ama durdurmayacaklar. Taahhüt edilen 1.5 santigrat derece hedefini nasıl tutturacağız?” diyerek sonucu özetledi, çabaların yetersiz kaldığını itiraf etti.

Pandeminin bize öğrettiği çevrimiçi toplantılar, bu iki haftalık  “yüz yüze” paneller maratonu yerine kullanılabilir miydi acaba? Ülkelerin, iklim komiteleri, canlı yayınlarla, video konferanslarla, dijital platformlarla bir araya getirilip, E-COP26 yapılamaz mıydı? Dijital platformlar kullanılarak çok daha fazla kişinin, panelleri izlemesi sağlanabilirdi, hatta rekor bile kırılırdı. Herkes, hangi hükümet yetkilisinin ne konuştuğunu bizzat duyar, izlerdi. Milyonlarca kişi izlerdi ve Youtube  yayını üzerinden milyonları geçen izleyicilerle COP26 düzenleme komitesi para bile kazanırdı. Twitter ve Youtube üzerinden yayınlar yapıldı, yapılmadı değil ama zirve tamamiyle e-zirve olarak dizayn edilseydi takipçi sayısı da, etkisi de, algısı da bambaşka olurdu ve değil 100 milyon Sterlin, 5 milyon sterlin harcanarak dijital platformlar ve  ajanslar, gümbür-gümbür duyururlardı etkinliği.

İşte o zaman, amacına yakışır ve çağa uygun bir konferans çıkardı ortaya.

Glasgow’da, iklim dengelerini alt-üst edecek miktarda karbon salınımına neden olan konferans devam ederken, Polonya- Belarus sınırına bırakılan binlerce göçmen, insanlığın yüz karası şeklinde düştü Britanya medyasına.

Avrupa’da yaşayan son diktatör olarak tanımlanan Lukaçenko, öyle gaddar bir şekilde sahneye çıktı ki, Glasgow’taki ülke liderlerine “siz orada oturduğunuz yerden hava-civa işlerle uğraşmaya devam edin, doğalgazı kesersem haliniz duman, hepinizi dize getiricem” der gibiydi.

Belarus’taki göçmen krizi devam ederken ve Türkiye’nin, milyonlarca  göçmene ev sahipliği yaptığını bilirken, Polonya sınırında yaşananları an-be-an BBC’den izlemek olağanüstü korkutucuydu.

Türkiye’de nüfusun yaklaşık yüzde 10’u kadar göçmen popülasyonu olmasına son derece içerlesem de, BBC’de gördüğüm sahnelerin Türkiye’de yaşanmıyor olmasından dolayı garip bir memnuniyet duyduğumu itiraf etmeliyim.

Binlerce insan göçerken, milyonlarca Sterlin’in  COP26 gibi zirvelere harcanması yerine,  o göçen insanların ülkelerine hibe edilerek, göçün önlenmesini sağlayacak faaliyetler ve yatırımlar için harcanması  daha hayırlı olmaz mıydı? COP26’da, zengin ülkelerin fakir ülkelere, “iklim krizi finansmanı” olarak 100 milyar dolar para yardımı yapacakları ve bu parayı 2023 yılı sonuna kadar aktaracakları açıklanmış olsa da birinci hedef  “göçün” önlenmesi olmalıydı.

Günün sonunda, atılan taşın ürkütülen kuşa değmediği, havanda su dövmek için bu kadar çok para harcandığı  COP’lar için iyi dilekler  besleyemiyorum. Çünkü aç, susuz, yersiz, yurtsuz insan sayısının “0” olmasını, ülkelerin karbon emisyonu için “0” hedefi koymalarından çok daha fazla önemsiyorum. İnsanların göçerek, aç kalarak, donarak, itilip-kakılarak öldükleri bir dünyada karbon emisyonu “0” olmuş ne faydası var? Bu yüzden önce insanlık, sonra dünya diyorum.