Dünya çok küçük; tesadüfün böylesi…

Bir gazete kupürü… 20 Temmuz 2002 cumartesi günkü Sabah Gazetesi’nde sevgili kardeşim Hıncal Uluç’un “Bir gece evvel açılan paket!..” yazısı…

Ve bir fotoğraf… 30 Haziran 2021 Çarşamba günü İzmir Dünyagöz Hastanesi’nde çekildi; ben Öcal Uluç, İstanbul Dünyagöz Hastanesi’nde ameliyat olan eşim Özay Uluç,  İzmir’deki hastanede eşimin göz muayene ve kontrolünü yapan başhekim Dr. Erhan Yılmazkurt ve kızı H. Aleyna Yılmazkurt…

İstanbul’da yapılan göz ameliyatından sonra İzmir’e dönünce hastaneye tetefon ettik ve “muayene ve kontrol için” randevu istedik; “30 Haziran saat 14.00 – Dr. Erhan Yılmazkurt” dediler…

Gittik… İlk defa karşılaşıyorduk. Muayene ve kontrol sırasında laf lafı açarken, benim Hıncal Uluç’un ağabeyi olduğumu öğrenince… Birden cebinden masasının çekmecesinin anahtarını çıkardı, çekmeceyi açtı ve Hıncal Uluç’un 20 Temmuz 2002’de yazdığı yazının olduğu Sabah’ın sayfasını çıkardı. “Ben kızımı Hıncal Bey’in bu yazısında verdiği mesajın ışığında büyüttüm. Bu yazının fotokopilerini hamile olan kadınlara, arkadaşlarıma, hastalarıma dağıttım, hâlâ da dağıtıyorum” dedi. Kızı Aleyna, Van’da askeri hastanede başhekim iken doğmuştu. Çekmeceden çıkardığı gazete sayfası ile yaşıttı.

Hıncal Uluç’un yazısı…

Sevgili kardeşim “ne” yazmıştı; “Bir gece evvel açılan paket” yazısında?

Evinde bir yardımcısı vardı, eve bakan, yemek yapan; Fatoş… Karnesinde bütün notları “pekiyi” olan oğlu Oğuz iki gün sonra 9’uncu yaşına girecekti. Hıncal ona “onun çok sevdiği Ferrari marka otomobilin bire bir kopyasını” almış paketletmişti; kıpkırmızı… Verirken de, açmaya davranınca, “Bu paketi hemen açmayacaksın, doğum gününün sabahında açacaksın, söz ver bana” demiş ve söz almıştı. Annesine de “Açmak isterse açtırma, doğum günü sabahına kadar!..”

Ertesi gün Fatoş, eve geldiğinde mahcup hâli hemen seziliyormuş. Hıncal ne olduğunu sormuş, “Dün gece öyle ısrar etti, öyle başımın etini yedi ki, açmasına izin verdim, açtı” cevabını almıştı.

Yazı, “hediye üzerine” yazılan paragraflarla devam edip Hıncal’ın verdiği mesajla bitiyordu…

O “bitiş” kısmını yazıdan “aynen” alıyorum:

“… Özel günlerde hediye almak ve vermek kadar güzel şey yoktur dünyada. Bir hediye paketinin çok özel bir durum yoksa, gününde açılması önemlidir…

Oğuz’un hediyesini doğum günü Fatış’a verebilirdim, ‘Al götür’ diye. İki gün önce yollamamım sebebi, Oğuz’un o heyecanı 48 saat yaşaması, açma anının ona çok daha keyif, heyecan ve coşku vermesini sağlamak içindi. Ve de hoşuna gidecek güzel bir şeye kavuşmak için beklemeyi öğrenmesine katkıda bulunalım diye. Küçük Oğuz sabredemedi. Ama asıl önemlisi annesi direnemedi…

Günümüzün bence en önemli eğitim sorunu bu…

Çocuklar, önlerine olabildiğince halı serilerek büyütülüyorlar. İstedikleri, istedikleri an olmalı. Aile bütçesi, zorlanarak da olsa isteği yerine getirmeye yetiyorsa, iş anında bitiyor.

Çocuk sabretmeyi öğrenemiyor. İstediği şey istediği anda. Özellikle mali durumları uygun olanlar, her denilene ‘He’ diyerek çocuklarını mutlu ettiklerini sanıyorlar. Oysa aslında asıl düşündükleri kendi keyifleri…

Kendi keyifleri uğruna, çocuklarını büyük olasılıkla mutsuz bir geleceğe mahkum ediyorlar.

Sırf mızmınlanmasını kesmek için bol keseden ‘Evetler’, çocuğun hayatta “Hayır’ların da olabileceğini öğrenmesini engelliyor. Ve tek başına kaldığı gün, ‘Hayır’lar yığılmaya başlayınca, yıkılıyor.

‘Evet’ler dünyası ‘Born Loser’lar yetiştirir. Yani mağlup doğanlar…

İnsanı güçlü yapan, yıkılmaz, yenilmez yapan ‘Hayır’ların hayatın sonu olmadığını bilmektir. Bu da çocukken öğretilir, ancak.

Bırakın çocuklarınız siz etraflarında, onu bir koruma halesine almışken üzülsünler biraz.

Hayatın istedikleri her şeyi, istedikleri anda elde etmek olmadığını tek başlarına kaldıkları gün öğrenirlerse, ayakta kalmaları çok zor olur.

Hayat gerçektir. Acıları, tatlıları ile. Hayat savaştır. İstekleri savaşarak elde etmek. Bazen de hiç elde edememek. Hayat dayanmak, direnmek, sabretmektir. Hayatın tadı başarmaktır. Hayatın tadı, başarının sonunda elde etmektir.

Çocukluğu bir rüya yaparsanız, hayatta tek başlarına savaşma günü geldiğinde kendilerini baş edemeyecekleri bir kabusun içinde sanırlar ve o an kaybederler.

Bırakın çocuklarınız üzülsün. Bırakın çocuklarınız size kızsınlar, küssünler. Bırakın sizin de keyfiniz kaçsın biraz…

Bunlar onun ‘mutlu’ geleceğinin yatırımlarıdır ve bir gün, sizin aslında neyin mücadelesini verdiğinizi anlayacaktır.

Bir gün anlayacaktır.

Bir gün mutlaka anlayacaktır, aslında onu kendinizden daha çok sevdiğinizi…”

Mesaj burada biterken, düşünüyorum; nasıl bir tesadüfler yumağı bizi bir araya getirdi?..

Albaylıktan emekli olan ve Ankara Dünyagöz Hastanesi’nde başhekim yardımcılığı yaptıktan sonra, yeni açılan İzmir Dünyagöz Hastanesi’ne başhekim olarak gelen Dr. Erhan Yılmazkurt’a, “emekli albay” olan babamız Fuat Uluç’un 1940’lı yılların başında önce Van’ın Çaldıran Köyü’nde (Şimdi ilçe), sonra Van’da yüzbaşı olarak bölük komutanlığı yaptığını anlattım. İlkokula Çaldıran’da başlayıp, ikinci sınıfı da Van’da okuduğumu ve kız kardeşimiz Serpil’in Van’da doğduğunu da…

Ona ve kızı Aleyna’ya “Edremit Van’a bakar, içinden Şamran akar” türküsünü de mırıldanmamım sonunda, “Van anılarını karşılıklı anlatmak için bulaşma kararına” da vardık.

Diyorum ya, hastaneleri ve ünü Avrupa’ya yayılan, oralarda “yılın hastaneleri seçilen” ve ülkedeki hastanelerine yüz binlerce “yabancı” hastanın geldiği Dünyagöz’de, “böylesine bir buluşma”, hakikaten “Dünya ne kadar küçükmüş, tesadüfün böylesi..” dedirtti bana…

Hastaneden çıkarken, direktör Gökhan Ösme’ye de “Eşimin yeniden uzağı, yakını, renkleri ‘yeniden’ görmesini ve özellikle TV dizi ve filmlerinin alt yazılarını gene rahatlıkla okumaya başlamasını sağladıkları” için teşekkür ettik. 

“Gözlerin konuştuğu dil her yerde aynıdır” sözüne bir ilave yaparak, yazımı noktalıyorum; “Yeter ki, o gözler sağlıklı olsun!..”

++++++

Erdem ve…   Politika…

Bizler henüz demokrasinin ne olduğu veya ne olmadığı konusunda ittifak etmiş durumda değiliz. Tıpkı Bremen mızıkacıları gibiyiz. Sonuçta körlerin fili tarif etmesi gibi bir durumu yaşıyoruz.                                    

Ali Naili Erdem

++++++++

Sözün Özü

Ey siyasetçiler, sizler ülke yönetiminin zirvelerinde “birbirinizi ‘böylesine’ yerseniz”, yaratığınız gerilimin tabanda kavga / şiddet / cinayet üçgenine dönüşmesinden tabii ne olabilir?..

++++++++

Şair Eşref Şayet Yaşasaydı… Ne yazardı?..

Nihat Demirkol

++++++

İnternet’ten “esen” Rüzgarlar!..