Hadi, yılın bir gününü “Çoban günü” yapalım!..

Hey gidi günler hey… Taaa 1940’lı yılların başında Van’ın Çaldıran köyünde (Şimdi ilçe) tanışmıştım, ilk defa bir “çoban” ile…

Yavuz Sultan Selim’in, Şah İsmail’i yendiği “Çaldıran” Savaşı’nın yapıldığı ovanın kenarındaki “Yumurta Tepe’nin dibindeki” ilk okula giderken… Birinci sınıftaydım. Ve de “okulda öğretmen yoktu”, babamın arkadaşı bir yüzbaşının eşi, ders veriyordu, bizlere… Öğleye kadar aynı sınıfta ilk üç sınıf, öğleden sonra aynı sınıfta 4 ve 5’inci sınıflar… Topu topu hepimizin sayısı 25’i geçmiyordu, köyle iki bölük askere komuta eden subayların da aileleri olduğu halde…

İşte o ilkokula gider gelirken rastlamıştım, koyunlu, kuzulu, köpekli bir sürüye ve de başlarındaki “yaşlıca” çobana!..

Onları garip garip, şaşkın şaşkın ve de biraz korkarak seyrettiğimi görünce, bana doğru yürümüş ve “Evlat sen kimin oğlusun” diye sormuştu.  Öyle tanışmıştık. Babamı tanıyordu. Hatta evimizin önündeki iki köpeğimizi de…

Benimkinin adı Kibar’dı, Hıncal’ınkinin de Karabaş!.. Kış aylarında köy sokaklarına kadar inen kurtlarla sabaha kadar savaşırlardı…

Sonra… 1940’li yılların ortalarında Bandırma’daydık… Babamın köyü Manyas’ın Çavuşköyü idi. Yaz tatilini o köyde geçirirdik. Büyük bahçeli evimizin arkasında ahırlar vardı… Koyunlar…İnekler… İşte asıl çobanlarla haşır neşir olduğumuz yıllar o yıllardı…

Ve nihayet, 1950’li yılların sonlarında “Annemizin kentinde (Sevgili Hıncal’ımız da orada doğmuştu)” Kilis’te iken, Dedemin bağına giderken, çobanları görür, sohbet ederdik. Ben ortaokuldaydım, orada bitirdim…

Sonra “ailemizin büyükşehir dönemi” başladı… Ankara ağırlıklı… İstanbul kısa sürdü benim için ve nihayet “uzun” bir İzmir yaşantısı… Çobanlara ancak karayoluyla İstanbul / Ankara / İzmir gidiş dönüşlerinde yollarda rastlıyorduk. Gözlerim nemleniyordu, ister inanın, ister inanmayın ben hâlâ “köy çocuğuyum”; orada yaşamayı,  orada yaşlanmayı ve orada…

Çaldıran da, Çavuşköy de burnumda tütüyor…

Derken… Geçen hafta, bilgisayarıma iki mail geldi… Bir çoban sitesinden…

“Biz unutulduk” diyorlardı… “Sorunlarımızla kimse ilgilenmiyor” diyorlardı… “Kuraklık var, çayırlar kurudu, yem çok pahalı, ne yapacağımızı bilemiyoruz” diyorlardı…

Ve de, “Herkesin, her grubun günü var, biz çobanların günü yok. Olsa hiç olmazsa o gün hatırlatacak, bizleri unutan insanlara, çobanları…” diyorlardı…

Bilmem ki, “Dünya’da ‘çoban günü’ var mı? Varsa da, yoksa da biz neden yılın bir gününü “çoban günü” yapmıyoruz?

İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden birini, büyük fedakarlıklarla yapan çobanları çok seviyor ve özlüyorum!..

++++++++

Şair Eşref Şayet Yaşasaydı… Ne yazardı?

“Helâllik” Üstüne Bir Hiciv…

“Mihrî Hatun Divânı”nda,  şöyle başlar ya bir şiir:

“Olmasın ağyar ile yari ilahi kimsenin…” nıfta 4 ve 5’inci sınıf öğrencileri

Takip eden temennide, şöyle devam eder şair:

“Artmasın günden güne, derdile âhı kimsenin…”

Sonra bir beddua damlar, zulmün sahibine dair:

“Böyle zâlim olmasın, hiç pâdişâhı kimsenin…”

Bu Divâna dahil idi, kırk haramîler ve sair

“Lâkin sesi çıkmıyordu, bugün misali kimsenin…”

Cehdizâde müşkil iken hakka visâli kimsenin

“Kimsesizin umurunda, değil helâli kimsenin…”

********

15. yüzyılda yaşamış olan Mihri Hatun (D.1460 – Amasya / Ö.1506), “Belayi” mahlasıyla şiir yazan bir Osmanlı kadısının kızıdır.  Divanı, 1967’de Moskova’da basıldı. Türkiye’de 2007’de basıldı (Mihri Divanı, Mehmet Aslan, Amasya Valiliği Kültür Yayınları).

Nihat Demirkol

++++++++

Erdem ve… Politika

Politikada çok kereler insanı şaşırtacak kadar çetrefil olup bir anlamda da esrar küpüdür. Bazen Himalaya dağı kadar yüksek, bazen Ganj nehri gibi yerlerde sürünür. Bünyesinde değişik karakterli kişiler yer alır. İdealistlerin yanında goygoycuları da görebilirsiniz. Vatanseverler ile eyyamcılar aynı sıraları paylaşır.

Ali Naili Erdem

++++++++

Sözün Özü

Ne söz kaldı, ne öz… İnsan olarak utanıyorum… Mutlu bir hayat geçirdim, geçiriyordum; keşke bugünleri yaşamasaydım. Utanıyorum… Affet büyük Allahım!..

++++++

İnternet’ten “esen” Rüzgarlar!..